Hidayet rehberimiz olan Kuran-ı Kerim’in insanlara dair ayeti kerimelerinde, zamana ve mekâna duyarlı olmayan belli başlı zihniyetlerin varlığından ve kişilere dâhil oldukları zihniyete göre muamele etmenin hak olduğundan bahsedilmektedir. Bu ayetler insanı karakter bakımından dört grupta ele almaktadır; mümin, münafık, müşrik ve kâfir. Sorgulanacak olan bütün insanlar zamana, mekâna ve yaşam tarzına bağlı olmaksızın, muhakkak bu kalıplardan birisinin şeklini almaktadır. Bunun için Asr-ı Saadet döneminde yaşamış bir münafığın hayatını zaman, ortam ve kültürden bağımsız ele alarak kıyaslama yoluyla günümüzde yaşayan bir insanın münafıklığının tespitini yapabiliriz. Yani kişinin itikadi durumu, zamana ve mekâna duyarlı değildir. Bunun için bu bölümde, şu anda içinde bulunduğumuz durumun vahametini ortaya koymak gayesiyle, eski zamanda yaşayan insanların inançları ile günümüzde varlığını sürdüren inançları kıyaslama çabası içerisine gireceğiz.

Belirlenmiş bir konu üzerinde bu iki dalı açıklarken, İslam’ın getirdiği uyarıları, önlemleri ve çözümleri de bilgilendirme maksatlı aktarmaya çalışacağız. Bununla birlikte bu çalışma, geçen bunca zamana rağmen içinde bulunduğu ortamda rehbersiz yaşam sürmeye devam eden insanların nasıl cahilleştiğinin de delili niteliğini taşımaktadır. Çünkü zamana yüklediğimiz değerler ve insanların bulundukları koşullara göre konumlandırılması devam ettikçe, asıl alınması gereken mesaj da hiçbir zaman tam olarak alınamayacaktır.

Kuran’ı Kerim’in bildirdiği yaşanmış bir olay itaat edenler açısından uyarı ve öğüt niteliği taşımaktadır. İzledikleri filmlerdeki başrol oyuncularının yerine kendilerini koyarak hayal dünyalarını yaşam içerisine bina etmeye çalışanlar, bir an önce bu hastalıktan kurtulup Kur’an-ı Kerim’de anlatılan azap olunacak değil, ödül alacak karakterler gibi yaşama gayreti içerisine girmelidirler. İşte bu ve bunun gibi yaklaşımları iyice belirginleştirmek için belli başlı birkaç meseleyi Cahiliyye’de, İslam’da ve günümüzde olmak üzere üç aşamada ele alarak işleyeceğiz.

Cahiliyye, Arapça “cehile” kelimesinden türemiş olup “bilmeme” anlamına gelmektedir. İslâm öncesi dönemde Mekke Şehir devletindeki dinî, sosyal ve siyasi hareketlerin İslâm dinine aykırı düşen fiillerine denilmektedir. İçerdiği bu anlam ile cahiliyyenin tamamen tarihe karıştığı düşünülebilir, fakat kullanım alanına bakıldığında aslında anlatılmak istenilenin tarihsel bir olgudan ziyade din adına yapılan yanlış uygulamaların ve dinsiz sürdürülen bir yaşam çizgisinin belirginleşmesinin kast edildiği anlaşılmaktadır. Sınırlar belirginleşmesine rağmen bu inanç ile yaşam sürenler cahiliyye inancını desteklemiş olmaktadırlar. Yani asıl vurgulanmakta olan tarihin verileri değil, o verileri doğru kabul eden zihniyetin yaşantısı içerisine girmekteki vahamettir.

Cahili yaşam, şartlar çevreye ve zamana göre değişime uğrayabildiği için, tam olarak kültürel ve sosyal bilgisizlikle alakalı değildir. Örneğin eski zamanlarda okuma yazma bilmeyenler cehaletle anılırdı. Bugün ise okuma yazma bilen birçok cahil bulunmaktadır. Bunun için “bilgisizlik” manası vermek ile tam olarak Cahiliyye zihniyeti ifade edilmiş olmaz. Rehberimiz olan Kuran-ı Kerim’e baktığımızda da içerdiği anlam bakımından cahiliyye kelimesinin ne kadar zengin olduğunu anlamaktayız: Hani Peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz; ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah sizi kederden kedere uğrattı. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Sonra o kederin ardından Allah, üzerinize içinizden bir grubu saran bir güven duygusu, bir uyuklama indirdi. Bir grup da kendi derdine düştü. Bunlar Allah hakkında cahiliye zihniyetini yansıtan, gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar ve «Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?» diyorlardı. Onlara de ki; «Hayır, bu tamamen Allah’ı ilgilendiren bir iştir.[386]

Ayeti kerime dikkatle incelendiğinde, Allah (c.c.) hakkında cahiliye zihniyeti taşıyan insanların peygambere biat ettiğini söyleyenlerden bir zümre olduğu bilgisine ulaşılmaktadır. Demek ki içlerinde bir Peygamber bulunup kendisine iman edilse bile insanların yine de cahiliye zihniyetini barındıracak şekilde yaşam sürebilme ihtimali bulunmaktadır. Bir başka ayeti kerimede ise Allah (c.c.) şöyle buyurur:

Yoksa istedikleri cahiliye düzeni midir? Kesin inançlılara göre Allah’ın düzeninden, Allah’ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?[387]

 Bu ayette cahiliye düzenini isteyen insanların yalnızca gayrimüslimlerden olmadığı, bilakis kesin inançlıların haricinde bu düzenin Allah’ın koyduğu düzen ve hükümlerden daha da iyi olduğunu düşünen bir kesim inançlı insanların varlığı haber verilmektedir. Hiç şüphesiz cahiliye inancının en belirgin özelliği şirkti. İnsanın şirke girebilme ihtimalinin olması için “Allah’a iman ettim” demesi gerektiğine göre, sıkça görülen bu inanç bile bizlere cahiliye inancının iman dairesi içerisinde var olabilme ihtimali olan bir virüs olduğu bilgisini vermektedir. Özetle cahiliyye, İslâm dininin zıddı olan hareketlerin tümüne denir. Allah ve Resulü’nün emirlerine ters düşen her şey bir cahiliyye, dolayısıyla da İslâm dışıdır.

Bizler de bunun için başta günümüzde “Müslüman’ım” diyenin yaşantısını ele alarak cahiliyye zamanından getirdiğimiz delillerle bu virüsün varlığını tespit etmek gayesi ile meseleleri konu konu ele alacağız. İslam’ın getirdiği kuralları da ekleyerek yaşantımızı kıyaslama imkânı bulacağız.

KADIN

CAHİLİYYE: Cahiliyye zamanında kadınlar ezilmekte idi. Bu ezilme, kadınların bulundukları konuma göre değişik şekillerde gerçekleşiyordu. Mal ve soyca üstün olarak kabul edilen kadınlar kendilerine bazı haklar tanındığı iddiası ile kandırılarak, diğer kadınlar ise değer verilmeksizin her türlü haksızlığa ve sıkıntıya maruz bırakılarak eziliyorlardı.

Kurulan tuzaklardan sakınabilme konusunda verilecek en güzel örnek Hz. Hatice (r.a) örneğidir. Daveti kabul eden ilk insan olma şerefini elde eden Hz. Hatice (r.a) cahiliye zamanında ticaret ile uğraşırdı. Peygamberimiz (a.s.)’in ticaret ile uğraşacak kadar sermayesi olmadığı için Hz. Hatice (r.a) onu ücret karşılığında tuttu. Çünkü Hz. Hatice, ortamın güvensiz ve tehlikeli oluşundan kaynaklı, mallarını güvenilir birine teslim ederek ticaret yapma konusunda sıkıntı çekiyordu ve Mekke’nin en güvenilir insanı Efendimiz idi.  Bu endişesinden ötürü Peygamber Efendimize Şam yolculuğu teklifini şu şekilde yapmıştır: “Senin doğru sözlü, son derece emniyetli, güzel huylu olduğunu biliyorum. Sana, kavminden hiç bir kimseye vermediğim ücretin birkaç katını vereceğim.” Peygamberimiz de bu teklifi kabul etti.  Mekke’den develer ile mal götürülerek Şam’da bulunan pazarda satılacak ve tekrar oradan mal alınarak Mekke’ye geri getirilecekti. Bu ticaretin karşılığında ise Hz. Hatice (r.a) dört tane genç ve yiğit erkek deve verecekti.[388]

Tarafların güvenilir ticaret yapmış olması kendi evliliklerine de vesile olmuştur. Bu ticaret karşılığında güvenilirliği nedeniyle Efendimize normalden daha fazla ücret verilmiş olması, zamanın güvensizlik, yalan, riya ve kandırma gibi tuzaklarla dolu olduğunu gözler önüne sermektedir. Hz. Hatice (r.a.) zekâsı sayesinde ticari veya sosyal ilişkilerinde kandırılma ihtimaline fazla meydan vermiyordu. Onun gibi akıllı olmayan kadınlar ise kendi süslerini açığa vurarak, beğenilme çabası içerisine sürüklenerek kandırılıyorlardı.  Bu durumu Kuran- Kerim şu şekilde haber vermektedir: 

Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargâh edinin), ilk cahiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın…[389]

Cahiliye toplumunda üstün değer verilmeyen kadınlar ise hayatın her alanında ezilmekteydiler. Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz ve kadın adeta bir eşya telakki edilip, miras alınırdı. Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atar ve o kadın, artık onun olurdu. Ya kendisi bu kadınla mehirsiz olarak evlenir ya da bu kadını bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanırdı ve kadına bundan bir şey vermezdi. Ayrıca kadına kocasından kalan bir miras var ise onu elinden almak için kadını evlenmekten menederdi. Bu olaylar üzerine inen ayette: Ey inananlar! Kadınlara zorla mirasçı olmaya kalkmanız size helâl değildir.[390] buyrulmuştur. Kadınların genç kız iken utanç vesilesi oldukları için diri diri gömülmeleri, mirastan mahrum bırakılmaları, şahitliklerinin geçerli olmayışı, kadın oldukları için bazı yiyeceklerden mahrum bırakılmaları, köle olarak kullanılmaları, cinsel bir obje[391] olarak görülmeleri ve şiddete maruz bırakılmaları gibi örnekleri de ilgili bölümlerde işleyeceğiz.

İSLAM: Allah Resulü (s.a.v.) insan hakları manzumesi yerine geçen Veda Hutbesinde, kadının gözetilmesinin gerekliliğini ve sahip olması gereken hakları şu şekilde bildirmiştir: “Ey insanlar!  Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz!Çünkü siz onları ancak Allah’ın emaneti olarak aldınız. Ve kendileriyle evlenmeyi de Allah’ın kelimesi, emir ve müsaadesiyle helâl ediniz. Ey insanlar! Şüphe yok ki, sizin kadınlarınız üzerinde hakkınız vardır! Onların da sizin üzerinizde hakları vardır! Sizin onlar üzerindeki hakkınız, döşeğinize sizden başka hiç kimseye ayak bastırmamaları, arayı açacak fuhuş irtikâp etmemeleri, istemediğiniz kimseyi izniniz olmadıkça evlerinize sokmamalarıdır. Onların üzerinizdeki hakkı, maruf [392] veçhile[393], yani memleket âdet ve geleneğine göre kendilerinin bütün yiyecek ve giyeceklerini sağlamaktır.Kadınlar hakkında hayırlı olmanızı tavsiye ederim. Çünkü onlar yanınızdazayıftırlar, Emanettirler.Kendileri için bir şeye malik değildirler.”[394]

GÜNÜMÜZDE: Kadın, cehaletin hiçbir zaman tam anlamı ile yaratılışına uygun olarak içine sindiremediği bir varlık olmuştur. Günümüzde de kadınların mal ve soyca üstün olanlarına tuzak kurulmakta ve diğer kesim içinde bulunanlar da hakları gözetilmeden ezilmektedir. Mal ve soyca üstün olan kadınları kandırma gayesi ile kurulan bu tuzakların “özgürlük”, “eşitlik” ve “kadın hakları” gibi sloganları vardır. Nikâh altında yaşamamayı özgürlük, kendi sorumluluklarını erkek ile bölüşmeyi eşitlik, istisnasız her türlü meslek alanında görev almayı ise kadın hakları olarak algılayan zihniyet yaygınlaşmaktadır. Bunların sonuçları kadınlara sürekli sorun olarak dönmektedir. Nikâhsız sürdürülen bir yaşam genellikle (erkeğin vicdanına bağlı) kadının belirli bir süre kullanılıp sonrasında yaygın bir söylem olan ‘bir mendil gibi atılması’ ile sonuçlanır ve bu akıbet çağlar geçtikçe daha modern bir görünüm almaktadır. Bunun günümüzde yüzlerce örneği vardır. En güzelini ve iyisini kadın olarak kendisi yapacağı halde, kadının birtakım meşakkatleri eşi ile paylaşmayı eşitlik saymasının sonucu ise en iyi ihtimalle erkeğin evden soğuması; en kötü ihtimalle de şiddetli geçimsizlikten boşanmadır. Bunun en kesin delili ise bugün mahkemelerin boşanma tarihi olarak aylar sonraya gün vermesidir. Yaratılışına uygun olmayan mesleklerde görev alması da kadının şefkat ve merhametteki cömertliğini sürekli köreltmektedir. Bu köreliş, toplum huzurunun barometresi olan evlatlara da hızla yansımaktadır. Mesleğin ağırlığından dolayı farkında olmadan fiziksel ve psikolojik sorunlarla karşılaşan kadınların büyük çoğunluğu, evlatlarını şefkat ve merhametten uzak büyütmektedirler. Bu ise toplumdaki hırsızlık, gasp, cinayet ve tecavüz olaylarının artışında etkin unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu söylemlerden ‘‘kadına hakkını vermeyelim, özgür ve eşit haklara sahip olmasını engelleyelim…’’ neticesini çıkarmayın. Bilakis kadınlar-baba olsun, eş olsun-erkeklere verilmiş emanettirler. Maksadımız sadece tuzakların yol açtığı sonuçları bildirmektir. Yaradılışına uygun bir hayat sürmedikçe, kadın mutlu olamaz. Adına hak dese de yaptığı şey yalnızca haz almaktan ibaret olur. Bilinmelidir ki, İslam hayat içerisinde yaşanılır kılınmadıktan sonra kadın da yaşamdan hakkını alamaz.

Toplum içerisinde değer verilmeyen kadınlar ise şiddete ve cinsel obje olarak görülmeye maruz kalmaktadırlar. Ne yazık ki topluma örnek olması gereken “Müslüman’ım” diyen insanlardan bile bu eziyeti görmektedirler. Bu anlamda Müslümanlar, İslam’ın kadına verdiği hakları bilenler ve bilmeyenler olarak ikiye ayrılırlar. Kadına bilmeden eziyet edenler, kadınının hayatını yarı açık cezaevi misali birkaç metrekare ile sınırlamaya kadar giden kurallar koymaktadırlar. İslam’ın kadına verdiği hakları bilmelerine rağmen kendi çıkarları için gizleyenler ise din derdi olmayanlara ayırdıkları zamanın yarısını kendi eşlerine ayırıp, onları bilinçlendirme çabası içerisine girmezler. Böyleleri dışarıda âlim, ev ortamında ise zalim kesilirler. Yirmi sene bir yastığa baş koyarlar, ama bir kez olsun dinin mesajını, yaratıcıya duyulması gereken itaatin önemini eşlerine anlatmazlar. Allah’tan ancak bilenler korkar[395] ayetinin haberi bağlamında, gerekli bilgiler verilmeyince bilgilendirmeden mahrum kalan bu kadınlar, Allah’tan korkmaz olurlar. Kendilerini sakındıracak bilginin mevcut olmaması ise gün içerisinde ortalama olarak altı saatlerini televizyon ve dedikodu gibi faydasız işlerle tüketmelerine yol açmaktadır. Bu aynı zamanda insan ömrünün ortalama ¼ ü eder ki, bu ömür israfı hiçbir ziyanla kıyas dahi edilemez. Kuran-ı Kerim aile içi bilinçlendirmenin gerekliliğini bizlere şu şekilde haber vermektedir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, iri gövdeli, haşin, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.[396]

Bu ayet hakkında Hz. Ali (r.a.) demiştir ki: “Kişinin aile efradını cehennem ateşinden koruması, onları eğitmesi ve yetiştirmesiyle olur.” Abdullah b. Abbas ise, “Kişi Allaha itaat ederek, ona karşı gelmekten ka­çınarak ve aile efradına Allah’ı anmalarını emrederek kendisini ve ailesini ce­hennem azabından korumuş olur.” demiştir.[397]

Müslümanların bilinçli ya da bilinçsiz olarak aile içi yaşamlarını bu şekilde sürdürmeleri, kâfirlerin inançların dünya toplumlarında geri kalma sebebi olduğunu savunarak bu cahilleri örnek göstermelerine sebep olmaktadır. Kadın haklarının verilmeyişinin temel sebebi biraz önce de belirttiğim gibi İslam’ı yaşanır kılmamaktır. Biz, cahiller yüzünden İslam’ın eleştirilebilmesine karşı olduğumuz için bu örnekleri verdik. Onların hatalı yaşamları, hâşâ İslam’ın eksik bir öğretisi olduğunu göstermez. Buna mukabil, Müslüman’ın adaletle örnek olacağı yerde kâfire malzeme verme yönünü de belirttik ki, belki içinde bulunduğu gafil yaşamdan çıkma çabası içerisine giren birilerinin vesilesi oluruz. İslam’da kadına getirilmiş bazı kısıtlayıcı davranışlar bulunmaktadır. Bu da sürekli olarak gündem meselesi olmaktadır. Tartışılan meselelerin büyük çoğunluğunun iyi niyetle ele alınmadıkları aşikârdır. Bununla beraber öğrenmek isteyen azınlık için meselelere kısaca değinelim. İlk önce kadının net olarak tanımını yapalım. Kimdir kadın? Kadın insanın dişisi, erkeğin eşi ve dişi olanların erişkinliğe ulaşmış olanıdır. Bu üç aşama göz ardı edilmeden mesele çözülmeye çalışıldığında tarih boyunca kadına yapılan zulümlerin sebebi de, İslam’ın kadınlar için belirttiği emirler de anlamını bulacaktır.

Kadın, insanın dişisidir… Yaratılış bakımından erkek ile aynı değildir. Bu farklılığından dolayı kadınının asosyal[398] konuma düşmemesi için de bazı korunma yöntemleri gerekmektedir. Biyolojik ve fiziksel olarak değişik yapıda olmaları karşı cinsin nefsinin tetiklenme sebebi olduğundan, kadınların toplum içerisinde güvenle yaşamaları için dikkat edilmesi gereken bir takım kurallar var olmalıdır. Çünkü erkeğin kadından haz alması onu görmesi, kendisine dokunması veya kendisiyle konuşması aracılığıyla gerçekleşebilir. Bu sebeplerden kaynaklı meydana gelen tetiklenme, sonrasında nefsin aklı galebe çalması ile de şehvet meydana çıkar. Bu durumlar sürekli olarak erkeği tetikleyici olmasa da, kadının toplum içerisinde huzur içinde hareket etmesi ve cinsel bir obje olarak kabul edilmemesi için yeterli olacak yaptırımlar bulunmalıdır. Bunun için kadın, karşı tarafın dikkatini çekmeyecek biçimde giyinerek belli başlı bölgelerini şehvet oluşturmayacak şekilde örtmekle ve konuşma şekline dikkat etmekle emir olunmuştur. Bütün bu emirler kadının toplum içerisindeki huzuru içindir. Buna rağmen kendi güvenliklerini kendileri sağlayabileceklerini düşünenler diledikleri şekilde yaşam sürebilirler. Sonrasında meydana gelen olayların mesulü olarak kendilerini görmek şartı ile… Yaşanan olaylar sonrasında erkek mutlak suçludur, fakat bu tarz bir yaşam sürmekle kadın da azmettirici taraf olmaktadır. Bu tıpkı boğanın kırmızıya karşı hassaslığının bilinmesine rağmen, “Boğa, benim kırmızı renk giyinmeme karışamaz.” demek gibidir. Kırmızının boğayı tetikleyen renk olduğu bilinmesine rağmen ‘ben dilediğim şekilde giyinirim’ anlayışı ile davranmak, boğaya karışma hakkını da ortadan kalkacaktır.

Kadın, erkeğin eşidir… Kadının doğurganlık özelliğinden dolayı hissi bağlılıkları vardır. Bunun nedenle kadınlar dünyadaki her oluşum ve sonuca duygusal yaklaşırlar. Erkeğe oranla güçsüz ve korunmaya muhtaçtırlar. İslam, kadına sakınılması gereken inci muamelesiyle yaklaşılmasını istediği için, kadının evlenene kadarki sorumluluğunu ebeveynine, evlendikten sonrakini ise eşine vermiştir. İnciler çok kıymetli oldukları için kabuk içerisinde korunmaktadır ve koruma altında bulundukları için de kıymete mahzar olmaktadır. İslam kadınlara işte böyle inci gibi değer vermektedir. Kuran-ı Kerim’de ise kadınların kıymetli oldukları için örtünmeleri; örtündükleri için de kıymete şayan görülmeleri gerektiği şu ayeti kerime ile haber verilmektedir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Onlar, sizin örtüleriniz, siz de onlara örtüsünüz.[399]

İnci kendisine verilen değeri muhafaza için kabuğunda yaşam sürmektedir. Bu da dış dünya hakkında fazla bilgi sahibi olmamasına yol açmaktadır. İslam dini de, kadınların olaylara duygusal bakmaları ve çevre hakkındaki bilgilerinin erkekler kadar fazla olmayışından kaynaklı, kadınların bazı meselelerde adaleti yanıltma ihtimaline karşın tek başlarına şahitliğini kabul etmemektedir. Kadının tek başına şahitliğinin kabul edilmeyişi her alanda geçerli değildir. Hanefi mezhebinde imameyn[400] olarak kabul edilen müçtehidler, kadının adil olması şartı ile erkeklerin bilemeyeceği ve bakamayacağı yerlerde tek başına şahitliğini kabul etmektedir.

Kadın, dişinin erişkinliğe ulaşanıdır… Toplumun farklı alanlarında büyümesi ve doğurganlık özelliğinin olmasından kaynaklı, kadın farklı bir bakış açısı ile hareket ederek, erkekten değişik yaklaşımlar sergilemektedir. Bu farklılık her iki cinsin, aynı konu üzerinde bile düşünürken, ayrı pencereden bakmalarına sebep olur. Bu bakış açısı ile ikili ilişkilerin idaresi ancak erkeğin kadına kıymet vermesi, kadının ise erkeğine itaat etmesi ile mümkün olur. İslam da bunu uygun görmektedir. Kadına güven vermeyen “erkek”, kadın için güvenilmez bir hayat demektir. Zamanla bu güvensizlik, kadında bazı paranoyaların[401] oluşmasına sebep olur.

Kadının yaşamı ve oluşumunun farklılığı, yaşantısında çoğu zaman erkeğin zıttı olan görüşler savunmasıyla dahi tezahür etmektedir. Eylemler aynıdır, fakat yapılış maksatları değişir. Mesela kadın, kavga çıkmasını önlemek için konuşmak ister. Erkek ise kavga etmek istediği zaman konuşmaya başlar. Kadın, duygularının anlaşılmasını ve sevildiğini duymak ister. Erkek ise duygularının anlaşılmasından ve o cümleyi tekrar etmekten nefret eder. Kadın kendisine adanmış bir hayata değil, dudaklardan çıkan anlamlı bir söze bakar. Erkekse bu sözü söylemektense, manayı rengine yükleyerek hediye edilen çiçek takar. Kadın “git” derken aslında, erkeğin gitmemesini, kalmasını ister. Erkek “git” dediğinde ise gerçekten kadının gitmesini kast eder. Kadın gelecek kaygısı içinde büyür ve bu kaygıya son vermek için evlenir. Erkek ise ancak evlendiği zaman bu kaygıları duymaya başlar. İşte bunun gibi hayatın her alanından örnekler vermek mümkündür. Yaşam içerisinde türlü değişiklik sonrasında ilişkilerin sürekliliği, ancak vermiş olduğumuz değer ve itaat ile mümkün olur. Çoğu zaman aynı pencereden bakıyor olmak bile ayrılık sebebi olmaktadır. Bunun için herkesin yaratılışına uygun hareket etmesi gerekmektedir.

ERKEK

CAHİLİYYE:  Cahiliyye de devlet veya aile yönetiminde baba veya baba soyundan olan en yaşlı erkek mutlak bir otoriteye sahipti. Anne tarafı yabancı sayılır, akrabadan kabul edilmezdi. Kadının hiçbir konuya müdahale ya da hiçbir konuda fikir beyan etme hakkı bulunmazdı. Erkekler istedikleri sayıda kadınla evlenebilirlerdi, bunun hiçbir sınırı yoktu. Kendilerine değer verilen bir ortam içerisinde olmamalarına rağmen, kadınlar süslü ve güzel görünmek için uğraşıyor, sevdikleri erkeklere karşı davetkâr davranıyorlardı. Erkekler arasında, kan dökmek maharet kabul edilen davranışlardandı. Erkekler şeref ve izzetleri[402] için yaşadıklarını iddia etmekte, fakat bunu başka alanlarda kanıtlama çabası içerisine girmekteydiler. İçki içer, putlara tapar, kumar oynar ve tefecilik yaparlardı. Şerefli olmak erkek olarak doğmak ile başlardı. Baba için de bu izzetli olmayı sağlayacak durumlardandı. Güç ve izzet, erkek çocuğunun çok olmasına bağlı idi. Çünkü cahiliyye de kabul gören hallerden birisi de çokluk ile övünmekti. Din, dil, ırk, cins, soy, nesep, akıl, v.b. gibi her konuda taassub[403] içerisindeydiler. Yaşantıları büyüklenmek, gururlanmak, saldırganlıkta bulunmak, zina yapmak, mazlumların haklarını çiğnemek, içki içmek ve kumar oynamaktan ibaretti. Bu büyüklenişlerine şu şekilde örnek vermek mümkündür: Cahiliye döneminde insanlar el-Muharref’e geldikleri zaman, bir erkek bir dağın üzerine çıkar ve: “Ben filan oğlu filanım, şöyle yaptım, babam şöyle yaptı, dedem şöyle yaptı.” diye yaptıklarını sayar, onlarla övünürdü.[404]

İSLAM: Bu övünmenin üzerine, ALLAH (c.c.) şu ayeti kerimeyi indirdi: Hacc ibadetini bitirdiğinizde atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha ısrarlı bir şekilde Allah’ı anın. Kimi insanlar “Ey Rabbimiz, bize dünyada güzellik ver” derler. Böylesinin Ahirette hiçbir pay olmaz.[405]Bu ayet nazil olunca Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’de: Ey İnsanlar! Allah, artık bu kibir ve azameti, babalarınızla övünmenizi yasakladı. Çünkü (hepimiz) Âdem’in çocuklarıyız. Âdem de topraktan yaratıldı. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyurur: Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız Allah’tan en çok korkanınızdır. Allah bilendir, haber alandır.[406]

Taassub konusunda,

O zaman inkâr edenler kalplerine öfkeli soy koruyuculuğunu, o cahiliye taassubunu yerleştirdiler.[407]

Büyüklenme konusunda,

“İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.”[408]

İzzet ve şeref konusunda,

İzzet ve şeref isteyen, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır.[409]

Çokluk ile övünme konusunda,

Mal ve evlat çoğaltma yarışı sizi oyaladı. Nihayet kabirleri ziyaret ettiniz. Hayır, yakında bileceksiniz. Yine hayır yakında bileceksiniz. Hayır, gerçeği kesin bilgi ile bilseydiniz, Andolsun ki cehennemi göreceksiniz. Andolsun ki onu gözünüzle kesin olarak göreceksiniz. Sonra o gün size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz.[410]

GÜNÜMÜZDE: Ne yazık ki günümüzde de aynı durumlar gözlemlenmektedir. Örflerin dini inançlar üzerinde tutulması ya da dini inançların örfe uygun olanlarının seçilip uygulanması her toplumda gözlemlenmektedir. Bütün bu cahiliyye adetlerinin temel sebebi, insanların izzeti ve şerefi Allah (c.c) haricindeki başka yerlere vermesidir. Bu durumu Kuran-ı Kerim şu şekilde açıklamaktadır.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dostlar (veliler) edinirler. Kuvvet ve onuru (izzeti) onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, bütün kuvvet ve onur, Allah’ındır.[411]

Hiç şüphesiz izzet ve şeref mutlak anlamda yalnızca Allah (c.c) ’a aittir. Bunun ile beraber ölçüsü İslam olmayan hiçbir insan şerefli olduğunu, ispattan öte, iddia bile edemez. Çünkü şeref, ölümsüz olanındır. Her ölüden diriyi, her diriden ölüyü çıkaran ölümsüz… Bunun için O’nun kudretini ve ölümsüzlüğünü idrak edemeyen fikir(!) sahipleri bu şereften muaf tutulurlar. Değerlerini şeref sahibinden alan bir insan güçlü olur, onurlu yaşar ve üstün bulunur. Bunların eksikliği, değer yoksunluğundandır. Bu insanların müminleri terk ederek, kâfirleri dost edinmeleri de bu sebeptendir. Bu insanlar hem öleceğinin bilincine varamayan hem de ölümsüzü düşünmeden tek dünyalı bir yaşam içerisinde geçici güce sahip olanların, saygıdeğer postuna bürünmüşlerin ve sahip olduğu şeylerle üstünlük iddia edenlerin peşi süre giderler. Oysaki iman sözleşmesinin daha ilk maddeleri, eyleme bile başlanmadan önce izzetin ve şerefin yaratıcıya teslim edilmesi gerektiğini söyler. Şeref ve izzet sahibi olan Allah (c.c)’ın kelamında gücü, üstünlüğü ve onuru yalnızca kendisine verenlerin, Resulün ve müminlerin şerefli olduğu bildirilmektedir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Diyorlar ki: “And olsun, eğer Medine’ye dönersek şerefli olan, alçak olarak oradan mutlaka çıkaracaktır.” Şeref ancak Allah’ın, O’nun Peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.[412]

Güç, Allah’ın gönderdikleri hakkında haberdar olunacak bilgi ile…

Onur, red ve kabullerimizi itikadı değerler üzerine bina etmek ile…

Üstünlük ise inançlara duyulan sadakat ile elde edilir.

“Müslümanım” demek ile başlayan yaşamsal realite[413], insanların inandıklarını söylemekle yetinmeleri ve inanç doğrultusundaki uygulamaları yaşam dışına itmeleri sonucu sözde bilgiler halini almışken, bugün kimler izzetli ve şerefli acaba?

Âlim olup ilminin, malı olup kazancının zekâtını vermeyenler mi?

Serveti bulunmasına rağmen yakınlarına infak etmeyenler mi?

Çevreleri geniş olmasına rağmen birbirlerine destek olmayanlar mı?

Yoksa “Müslümanım” demelerine rağmen Allah’ın kelamı hakkında bilgisi bulunmayanlar mı?

Kimdir, izzet ve şeref sahibi olanlar…

Evet, Müslüman şereflidir. Allah’a inanan, Allah’la beraber olan, Peygamber’e inanan, Peygamber’in safında yer alanlar azizdir, üstündür, galiptir. İzzeti ve şerefi Allah’tan, Allah’a kulluktan, Allah’la beraber olmaktan başka yerlerde arayanlar izzetsiz ve şerefsiz insanlardır. İzzeti ve şerefi malda, makamda, parada, arabada, ekonomik ve siyasal güce sahip olmakta görenler, bunları kaybettikleri anda kendileri de bunu anlamaktadırlar. Çünkü değerlerini onlardan almaktadırlar. Oysa değerlerini ölümsüz olandan almış olsalardı, kazandıkları da kaybettikleri de onları etkilemezdi. Ebu Süfyan (r.a.)’ın imana ermemiş hali, buna açık bir örnektir. Bedir savaşına katılmayıp, kervanını da alıp kaçtığı için kendisine, “Yoksa savaştan mı kaçıyorsun, senin şerefin nerede?’’ diye soranlara “Benim şerefim develerin üzerinde gidiyor.” diye cevap vermesi, Allah’a kulluk etmeyen insanın, izzeti ve şerefi nelerde aradığını çarpıcı biçimde göstermektedir. Aynı Ebu Süfyan’ın İslam ile şerefleneceği zaman yaptığını Hayatü’s Sahabe adlı eserin müellifi şu şekilde aktarmaktadır: Ebu Süfyan bin Hâris der ki: “Cuhfe’ye varıncaya kadar, ne Resulullah efendimiz, ne de Müslümanlardan hiçbiri benimle konuşmadı. Her konaklanılan yerde, kendim Resulullah’ın kapısında duruyor, oğlum Cafer’de ayakta dikiliyordu. Resulullah beni gördükçe, yüzünü benden çeviriyordu. Ezahir yokuşundan Mekke’nin Ebtah vadisine inince, Resulullah’ın çadırının kapısına yaklaştım. Bana baktı. Bu bakış, Onun, bana ilk yumuşak bakışı idi. Kendisinin gülümseyeceğini de ummaya başladım.” Hz. Ali, (bana) dedi ki: “Resulullah efendimize, arka tarafından var! Yusuf aleyhisselamın kardeşlerinin, Yusuf aleyhisselama söylediği şu sözü söyle: Allah’a yemin ederiz ki, Allahü teâlâ, seni, gerçekten bizden üstün kılmıştır! Biz, doğrusu, sana karşı yaptıklarımızda suçlu idik, dediler.[414] Bundan daha güzel bir söz bulunabileceği kabul edilemez. Ebu Süfyan bin Hâris böyle yapınca, Peygamberimiz, Hz. Yusuf’un kardeşlerine söylediğini bildiren, Size, bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur! Allahü teâlâ, sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir [415] mealindeki ayet-i kerimeyi okudu. Ebu Süfyan bin Hâris, Peygamberimizin, “Bana, onların ikisi de gerekmez” buyurduğunu haber aldığı zaman demişti ki: “Vallahi, ya yanına girmeme izin verecektir, ya da su oğlumun elinden tutup yeryüzünde açlıktan, susuzluktan ölünceye kadar çekip gideceğiz! Sen ki benim hem akrabam, hem de halkın en uslusu, yumuşak huylusu, en iyilikseveri ve cömerdi bulunuyorsun.” Peygamberimiz, Ebu Süfyan’ın bu sözlerini işitince, her ikisine de acıdı ve kendilerinin huzurlarına girmelerine izin verdi. Girdiler ve Müslüman oldular.[416]

[386] Ali İmran suresi, 153–154. Ayetler

[387] Maide suresi, 50. Ayet

[388] M. Asım Köksal, İslam tarihi, şamil yayınevi 2. Cilt, syf.144–145

[389] Ahzab suresi, 33. Ayet

[390] Nisa suresi, 19. Ayet

[391] Nesne

[392] Herkesçe bilinen

[393] Şekilde, bakımdan

[394] M. Asım Köksal, İslam tarihi, şamil yayınevi, 17 cilt, syf.258–259

[395] Fatır suresi, 28. Ayet

[396] Tahrim suresi, 6. Ayet

[397] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi tefsiri, hisar yayınevi: 8/357–358

[398] Sosyal olmayan

[399] Bakara suresi 187. Ayet

[400] İmam Ebu Yusuf (d. 731- ö.798) ve İmam Muhammed (d. 749 – ö. 805)

[401] Kuşku, güvensizlik, bencillikle belli olan bir ruh hastalığı

[402] Değer kıymet yücelik, ululuk

[403] Şiddetli taraftarlık

[404] İbn ishak, siyer (peygamber tarihi) Muhammed Hamidullah, akabe yayınları, s.151.

[405] Bakara suresi, 200. Ayet

[406] Hucurat suresi, 13. Ayet

[407] Fetih suresi, 26. Ayet

[408] Lokman suresi, 18. Ayet

[409] Fatır suresi, 10. Ayet

[410] Tekasur suresi, 1–8. Ayetler

[411] Nisa suresi, 139. Ayet

[412] Münafikun suresi, 8. Ayet

[413] Gerçeklik

[414] Yusuf suresi, 91. Ayet

[415] Yusuf suresi, 92. Ayet

[416] Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-sahabe, Akçağ yayınları