Aklın tarifini yaptığımız, yönlendirmelerini, kullanılışını ve sonrasında ise uhrevi[245] ve bilimsel yönünü değişik açılardan işlediğimiz bölümün ardından, bütün bu anlatılanların sağlıklı olarak gerçekleşebilmesi için ihtiyaç duyduğumuz değerin ne olduğu, nasıl oluştuğu ve nelere yol açtığı üzerinde durmamız gerekmektedir. Çünkü değer veriş, eylemlerin oluşumunda gösterilmesi gereken çabanın enerjisidir.

Akıl bizden, en iyi kullanım dâhilinde, ölüme hazırlık aşamasının temellerini oluşturmamızı ve ölümümüzü anlamlandırıp değerlerimiz ile bütünleşmemizi istemektedir. Bununla birlikte dış dünyamızdaki dünyevi meşakkatler[246] ise bizlere, sürekli olarak ölümü unutturmaktadır. Biz ölümü unuttukça meşakkatler de değerlerimizi unutturup, önemsizleştirmektedir. İşte bunun için hayatımızı düzenlemek adına değerin ne olduğu üzerinde durmamız gerekmektedir.

Değer nedir?

Sevdiğimiz şeyleri bize sevdiren hissiyat mıdır, yoksa tutku ile bağlandığımız şeyleri ayrılmaz bir biçimde tutan zincirin halkaları mıdır?

Değer, kıymet verdiğimiz şeylere bahşedilmiş olan bedeldir. Ne yazık ki günümüzde kıymet alaka ile bedel ise fiyatla sürekli olarak karıştırılmaktadır. Oysa kıymet anlayışın hazinesi, bedel ise elde etmek için verilen hazinenin karşılığıdır. Her hangi bir şeye kıymet verdiğimizi iddia edip de bedelini ödemezsek ya da o şeyin bedelini ödeyip de kıymetini bilmez isek orada, verilmiş bir değerden de bahsedemeyiz. Bunun adı “kıymet” olur ya da “bedel” olur ama değer olmaz.

Mesela bizim için NAMAZ bir değer ise, namazın kıymeti önemini bilmek ile bedeli ise sürekli tekrar etmekle gerçekleşir. Namazın önemini bilip de tekrar etmezsek ya da tekrar edip önemini bilmezsek, kendisine verilmiş olan bir değerden de bahsedemeyiz. “Ben önemini biliyorum ama namaz kılmıyorum…”  diyen bir insan için namaz değerli oldu mu şimdi, olmadı değil mi? Sadece önemli oldu. Bedeli ödenmesi gereken bir önem…

Değeri yaşam içerisinde biz belirleriz. Belirlediğimiz değerler ise verdiğimiz kıymetler zincirinin halkalarını oluşturur. İşte bu anlamda değer hem kıymet verişimizin bedelidir hem de bedeli ödenene gösterilen bir kıymettir. Değerlerin artması ise inançları oluşturur. Tek başına hiçbir değer bir inancı oluşturamaz. İnancımızı oluşturan zincirin halkaları değerlerimiz olduğuna göre, oluşturduğumuz zincirin halkaları kopmaya başladı mı biz de var olma anlamımızı aynı oranda yitirmeye başlarız. Burada hayatı manalandırmak adına kendimize bir formül de oluşturabiliriz:

KIYMET + BEDEL = DEĞER

Bu, son nefesimize kadar işimize yarayacak eksiksiz bir formüldür. Bunu daha iyi anlamak için, değerlerin sürdürülerek inançları oluşturmasını, inançların da sürdürülerek dini oluşturmasını açıklamak gerekmektedir.

Değeri kıymet verme ve bedel ödeme üzerinden bulmuştuk. İnanca geçmeden önce inancın tarifini de net olarak yapmalıyız.

İnanç nedir?

İNANÇ: İnsanın, kendinde var olan bilginin kesin olarak doğruluğunu kabul ve tasdik etmesidir. Bilginin doğruluğunu kabul ve tasdik, ilgili işe duyulan inanılırlığa dair, olmazsa olmaz şartlardandır. Değerin inanca dönüşmesi için de yaşantıda süreklilik hali almış olması icap etmektedir.

Din ise inançlar düzeneğidir. Her değer, inanç ile birleştiğinde bizlere bağlı bulunduğu dini vermektedir. Buradan yeni bir formül daha çıkıyor.

DEĞER + İNANÇ = DİN

DİN; İnançların sürdürüldüğü yaşam biçimidir. İnsanlık ile beraber doğmuştur. Tarihin hiçbir döneminde din duygusundan mahrum bir millete rastlanmamaktadır. Nerede insan varsa orada bir nevi iman, ibadet ve din duygusu görülmüştür. İşte bunun için din insanlığın, yaratılış ile verilmiş fıtrî ve zarurî ihtiyacıdır. İnsanoğlu var oldukça din de var olacaktır.

Din, gayet kuvvetli bir ağaç gibi, insaniyetin geçirdiği evrelerin hepsinde yaşamını muhafaza etmiş ve edecektir. Zaman geçmekle, kaynağı kurumak şöyle dursun, bilakis, o membaının derinleştiğini ve daha da genişlediğini görmekteyiz. İnsan hayatı din ile başlamakla birlikte, din ile kuvvet bulacak ve din ile nihayetleşecektir. “Ben niçin dinliyim?” sualini nefsime sorar sormaz, şu cevabı alıyorum: “Dindarım, çünkü başka türlü olmaya muktedir[247] değilim.’’

Dini tanımladıktan sonra karşımıza şu çıkıyor. Her inanç bir dine hizmet ediyor. Bireysel olarak ilk bölümde işlemiş olduğumuz Nemrut ve Hz. İbrahim (a.s.) örneğinde olduğu gibi, kabul anlamında İslam, Hristiyanlık, Budizm, Komünizm ve Mecusilik birer dindir. Bu dinler, yaşantıya göre kabul görenler ve yaşanılması için kabul edilenler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Yaşantıya göre kabul gören din, kişinin söylemine göre değil, kendi inancını oluşturmada temel aldığı değerlerin kaynağına bakılarak tespit edilmektedir. Örneğin Nemrut ya da Firavun, bilinen tüm yaşantıları ile birlikte “Müslümanım” demiş olsalar bile, ahiret hayatında söylemlerine göre değil, yaşantılarına göre değerlendirileceklerdir. Bu gerçeği bizlere ayeti kerimeler şu şekilde bildirmektedir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Biz, İsrailoğulları’nı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): “İsrailoğulları’nın kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de Müslümanlardanım” dedi. Şimdi, öyle mi? Oysa sen önceleri isyan etmiştin ve fesat çıkarmıştın. Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet (tarihi bir belge, ibret) olman için senin yalnızca bedenini kurtaracağız. (herkese cesedini göstereceğiz) Gerçekten insanlardan çoğu, bizim ayetlerimizden habersizdirler. [248]

Ayet son nefeste edilen tövbenin kabul edilmeyeceğini haber vermektedir ve Firavun’un bedeninin, Müslümanlara düşmanlıkta bulunması, evvelce isyan edip fesat çıkarması ve bu yaşantısını değiştirmemesinden dolayı ibret olarak bırakılması bizlere bu delili sunmaktadır.

Yaşanılması için kabul gören din ise, kâfi derecede kabulü ve tasdiki oluşmuş bilgiler neticesinde yaşantıya uyarlanan inançlar düzeneğidir. Bu dinler, kategori olarak üçe ayrılırlar.

  1. Hak Din:

Allah (c.c.) tarafından peygamberler aracılığı ile insanlara bildirilen, hiç bir değişikliğe uğramadan ve bozulmadan günümüze kadar gelen yaşam şeklidir. Her ne kadar siyasi olarak günümüzde geçmiş dinleri de hak din olarak anlatıp ikna etmeye çalışanlar varsa da diğer dinlerin özünü de kapsayacak şekilde hak dinin ne olduğunu Allah (c.c) açıkça belirtmiştir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Allah katında geçerli din yalnızca İslâm’dır.[249]

Oluşumu sonrasında amacından uzaklaşarak değişime uğramış ve bu hali ile de kabul görmüş olan dinlere denilmektedir. Hristiyanlık ve Yahudilik bu sınıftandır. Aksini savunanlara ise ayeti kerime cevabını net olarak vermektedir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Kim İslâm’dan başka din ararsa, ondan asla kabul olunmaz ve o, âhirette zarara uğrayanlardan olur.[251]

  • Batıl Dinler:

İslam dışındaki dinlerden uydurma olanlarına denilmektedir. Muharref dinlerden farkı, temelini peygamberlerin değil, sıradan insanların oluşturmuş olmasıdır. Muharref dinlerde görevli tayin edilen peygamberlerin getirdiği nizamların değişime uğraması var iken, burada kendisini din kurmaya yetkili tayin eden insanlar ve onların getirdiği kurallar mevcuttur. Bu dinler, kendi bünyelerinde bütün “…izm” leri kapsamaktadır. Eskiden de böyle dinlerin var olduğunu Kuran-ı Kerim bizlere, Yusuf (a.s.) kıssasında şu şekilde vermektedir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

İşte Biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik.(Yoksa) hükümdarın dininde(hırsıza verilecek cezaya göre) kardeşini alıkoyamazdı.[252]

Dinin bu kategorik ayrımları ile birlikte yeni bir şeyi daha eklememiz gerekmektedir. İnsanlık tarihinde inancına göre yaşamayan hiç bir insan veya topluluk olmadığına göre bu inançların bir sahibi, hükmedeni, yöneticisi olmalıdır. İlah’ın tanımını burada yapmamız gerekmektedir.

İLAH; Tanrı, tazim[253] edilen, kutsallaştırılan, tapınılan varlık demektir

Arapçada yöneten, yönlendiren, kendisine kulluk edilen gibi an­lamlara gelen “İlah” terimi Kuran’da, kişinin yaşamına egemen olan ve ken­disini  yönlendiren  temel  güç  anla­mında kullanılır. Tevhid inancının temelinde, kişinin yaşa­mında yalnızca Allah’ı ilah olarak ka­bul etmesi ve Allah’tan başka güçlerin ilahlığını reddetmesi vardır. Bu doğrultuda Müslüman, kendisini yön­lendiren, tavır ve davranışlarını belirle­yen egemen güç ola­rak yalnızca Allah’ı kabul etmelidir. Hayatında başka ilahlara yer vermediği gibi, ilahlık iddiasında bulunan güç ve ku­rumların bu iddiasını da reddetmelidir. Bu nedenle Allah’tan başka ilah olmadığı, yani “Lâ ilâhe illallah”, prensibi İslam’ın tüm öğretisini özetler. İnançları oluşturan etkeni ya da etkenleri, ilah ya da ilahlar tayin etmektedir.

Şimdi, özetleyecek olursak…

KIYMET + BEDEL  = DEĞER

DEĞER   + İNANÇ  = DİN

Değerler inançlarımızı oluşturduğu zaman bunları, “DİN” çatısı altında toplarız ve bu din dâhilinde yaşarız. O dinin sahibi olan İlahın rızasını kazanmak gayesi ile de, kendisini hoşnut edecek şekilde, amellerimizi ona ikram ederiz. Konunun önemine binaen ve herhangi bir yanlış anlamaya da mahal vermemek için, hayatın içinden basit bir örnek vererek daha iyi açıklamaya çalışalım. Bu örnekle, ilk aşamada karışık görünen formülleri uygulamaya geçirmeyi de denemiş oluruz.

Bir insan, sahibi bulunduğu otomobilini çok sevmektedir. Bu sevgi, onsuz geçirilen dakikalarda onu düşünerek, bir aradayken ise sürekli bakımı ve temizliği ile meşgul olunarak sürdürülen bir sevgidir. Yani kişi aracına, olması gerekenden daha çok önem verip, diğer araç sahiplerinden daha fazla aracının üstüne titremektedir.

Bu, o insanın arabasına yalnızca değer verdiği anlamına mı gelir? Yoksa değeri ile birlikte inancının da bu doğrultuda olduğu anlamına mı gelir? İnanç oluşmuş ise burada ilah kimdir?

Hemen formülümüze başvuralım…

KIYMET + BEDEL  = DEĞER

DEĞER + İNANÇ    = DİN

DİNİN SAHİBİ         = O DİNİN İLAHI

Araç kendisinin olduğu için, bedel bu konumda fiyat olarak ödenmiş oluyor. Kıymet ise kişinin, bedel sonrasında aracın bakımına verdiği önemle oluşmaktadır. Böylece ilk formülümüz ile yola çıktığımızda değere ulaşmış bulunmaktayız. Bu insan, bu araca değer vermektedir…

Şimdi ikinci formüle de bakalım, değer verilmiş fakat bu değer, inanç haline gelmiş mi acaba?

İnanç, yaşantıda süreklilik hali oluşturur demiştik. O zaman bulduğumuz bu değer kişide süreklilik hali kazanmış mı, ona bakmak lazım. Eğer bu durum süreklilik hali kazanmışsa, inanç haline de dönüşmüş demektir.

Örneğimize baktığımızda şahsın içinde bulunduğu konum,  “onsuz geçirilen dakikalarda onu düşünerek, bir aradayken ise sürekli bakımı ve temizliği ile meşgul olunarak sürdürülen bir sevgi” diye tarif ediliyor. Yani olması gereken ölçüden fazlası ve süreklilik hali var. Metinden anlaşıldığı şekli ile bu kişi arabasına, normalden fazla değer veriyor ve sürekli olarak üstüne titremesi de aracın kendisinde inanç hali oluşturduğunu gösteriyor.

Bu ana temel üzerinde uzunca duruyorum, çünkü bu pencereden bakıldığında hayat her yönü ile anlam kazanır. Ancak o zaman bu örnekler ve formüller ile hayatın içinde şuurlu olmak adına sağlam ve bilinçli temeller atmış oluruz. Şimdi burada olması gereken ölçüyü, değeri ve almış olduğu inanç halini bulduk. Yalnız unuttuğumuz bir şey daha var… Mademki bir inanç var o zaman bir de İLAH var demektir. Burada inanç varsa o inancın sahibi yani ilahı kimdir, onu bulmadık. Örneğimizde veya yaşamsal alanda olsun herhangi bir inanç, değerleri ile bütünleşmiş ise orada muhakkak, kendisine hizmet edilen bir ilah vardır. Çünkü bütün bu oluşumlar için ihtiyaç duyduğu gücü İlah’ından temin etmektedir. Hizmet edilmesini şart kılan ve hayatın içerisinde hizmet sunmayı isteyen, O’dur. O öyle bir güçtür ki, onsuz isteklerin ve amaçların anlamı yoktur. Din içerisindeki eylemlerin icrasını kabul ve tasdik eden bütün mercii de yine O’dur. Zaten kabul edecek mercii olmaksızın yapılan işlerin ne mantığı, ne önemi olabilir ki.

Bunun için muhakkak, dini oluşturan inanç düzeneklerinde kendisine hizmet edilen bir ilah mevcuttur. Eylemler öyle bir şekilde birbirlerine bağlıdırlar ki, bunları ayırmanın veya ayrı ayrı düzenekler oluşturmanın imkânı yoktur. İlahın olmadığı bir yerde dinden; dinin olmadığı yerde inançtan; inancın olmadığı yerde değerden; değerin olmadığı yerde ise bedel ya da kıymetten bahsedilemez. “İnsanlık tarihi boyunca dinsiz kimse olmamıştır.”, “Dinsizlik de bir dindir.” ,“Dinler inançların ana çatısıdır”, “İnancı değerler, değerleri ise kıymet ve bedeller oluşturur.” dedik. Ve ilah olmadıktan sonra da bunların hiç birinin oluşma ihtimali olmadığından bahsettik. Peki, bu örnekteki ilahı nasıl bulacağız? Hemen ilahın tarifine ve sonra da örnekte o tarife uyan ne var, ne olabilir, ona bakalım.

İLAH; dinin yöneticisi, sahibi, gereksinimleri karşılayıcı, hâkim olan, yönlendiren, konum ya da yetkilere sahip olan otorite sahibi veya kendisine kulluk edilen varlık demektir.

Şimdi örneğimizdeki ilahı, yani asıl isteme sahibi olanı tespit edelim…

  • Bu insana bu aracı kim aldırdı?
  • Kendi isteği…
  • Bu insana bu arabayı aşırı derecede kim sevdirdi?
  • O da kendi isteği…
  • Bu insana aracı aldıran ve ona bu arabayı çok sevdiren bilgi, yani yaptığı eylemlerin doğru olduğu kanaati kendisine nereden ulaştı?
  • O da kendi bilgisinden ulaştı. Hiçbir dış etki ve baskı söz konusu bile olmadı.
  • İnsanın kendi istek ve arzularının oluşmasında tetikleyici olan mekanizması neresi?
  • NEFSİ…
  • Demek ki oluşturan, düzenleyen, emreden ve yöneten kimmiş?
  • Kendi nefsi…

ALLAH (c.c) şöyle buyuruyor:

Şimdi sen, kendi nefsini ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz?[254]

Ayeti kerime, kendi aklı ile ulaştığı sonucu Kur’an-ı Kerim’in hükümlerinin önüne geçirmek isteyen ve nefsin sınır tanımaz ihtiraslarına uyarak, Allah’ın emirlerine uymamayı tercih eden insanlardan bahsetmektedir.

Örneğimiz sonunda ortaya çıkan bu tablo, açıkça şirkin sadece putlara tapmaktan ibaret olduğu ifadesinin ne kadar eksik ve yanlış olduğunu gözler önüne sermektedir. İnançlı olduğunu iddia etmelerine rağmen nefislerini ya da başka şeyleri ilah edinenler, ilahlarını inançlarını tamamlayan bir bütün olarak görmektedirler.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Onların pek çoğu Allah’a ortak (şirk) koşmaksızın inanmazlar [255]

Enteresan değil mi? Allah (c.c)’a bir olarak inanmaları ile emir olunduklarını bildikleri halde birçok insan, bir yaratıcıya inanmakla beraber, O’nun kâinattaki mutlak hâkimiyetini başka varlıklara vermektedir. Ayette bu insanların sayısının “pek çoğu” şeklinde ifade edilmesi de durumun vahametini ortaya koyar niteliktedir. Bu, Allah’ın (c.c.) rızasını kazanmak gibi derdi olanlar için, üzerinde durulması gereken en önemli konudur. Azap korkusu taşıyanlar kendilerine muhakkak, “Allah’ı yaratıcı ve rızk verici olarak kabul ettiğim halde, bilerek ya da bilmeden, kendisinden başkasına ibadet, itaat veya kulluk ettim mi?” diye sormalıdır. Bu soruyu cevabını bulmak gayesi ile sormayanların, şirk bataklığının içinde bulunması an meselesidir. Bu durum içinde bulunanları ayeti kerimeler şu şekilde bizlere haber vermektedir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Andolsun ki, o müşriklere “şu gökleri ve bu yeri kim yarattı” diye soracak olsan, onlar; “muhakkak ki Allah’dır” diye cevap vereceklerdir” Deki:“Kimin o arz ve ondaki bütün varlıklar, biliyor musunuz?” Onlar; “Allah’ındır” diyeceklerdir. Öyleyse “onları düşünüp Allah’ın kudretini idrak edemiyor musunuz?” diye sor. Yine onlara de ki: “O yedi göğün sahibi kim? O çok büyük arşın rabbi kim? Onlar; Allah’dır” diyecekler. O halde de ki:“Bunları bildiğiniz halde, bütün varlıkların sahibi olan Allah’tan niçin korkmuyorsunuz?” Yine de ki: “Her şeyin mülkiyeti ve bütün hazinlerini elinde tutan kimdir? Kimdir hiçbir şeye ihtiyacı olmayan? Korunmaya muhtaç olmayan? Eğer biliyorsanız bana bildirin” Onlar yine, “Allah’dır” diye cevap verecekler. O halde onlara söyle: “Bunları biliyorsunuz da, neden aldatılıyor ve Allah’a ortaklar koşuyorsunuz?”[256]

Allah (c.c.)’a inanmasına rağmen gaflet veya cehalet içinde şirke bulanmış insanlardan olmamak için ilk olarak, kıymet verdiğiniz şeylerin bedellerini ödemeniz, sonra ise oluşan değerlerinize sahip çıkarak, diğer sahip çıkanlarla bir arada bulunmaya gayret göstermeniz gerekmektedir. Bu, bildiklerinizin de yaşanılır alanını oluşturmak demektir. Eğer bildiklerinizi yaşanılır kılamazsanız, ya değerlerden taviz verilen bir yaşam sürmeye ya da tek çözüm olarak görülen toplum dışı bir hayat sürmeye mahkûm bırakılırsınız. Formülü bu meseleye uyarladığımızda, değerin oluşması için gereken kıymetin, dinin kitabını öğrenmekte; bedelin ise onu hayata uyarlamakta yattığını görürüz. Her şeyi herkesten öğrenebiliriz, fakat dinimizi, ölçümüzü oluşturmaya yetecek kadarıyla, kendimiz öğrenmek durumundayız. Duygusal teşhisler ile falanca hocanın söylemi ya da filanca âlimin doğrusu üzerinde hareket edersek, doğrusuyla yanlışıyla dinimizi o insanın anlayışına indirgemiş oluruz.

Kişi, Kuran-ı Kerim’in kulluk konusundaki ölçütlerini, ameli noktalardaki emirlerini ve insanda oluşturmayı hedeflediği ahlaki yapıyı bilmedikten sonra, eylemlerini falanca âlimin söylemleri ile yaşantıya indirmeye çalışırsa, dinin gereklerini tam olarak yerine getirmiş olmaz. Çünkü danıştığı insan gerçekten bir âlim de olsa, sadece sorulanı cevaplandıracağı için, soruyu soranın yaşamındaki kulluk, ibadet, ahlak gibi oluşum süreci gerektiren durumları tam olarak düzenleyemeyecektir. Buradan, âlimlere saygısızlık ettiğim sonucu çıkmasın. Bilhassa âlim olanları, âlim yerine koymanın neticesine varmak için bunları anlatıyorum. Anlatmak istediğim şey şu ki, dininin mesajından habersiz olan bir insan yalnızca soru sorarak dini meseleleri gerektiği zaman gerektiği kadar öğrenecek, gerçekten öğrenilmesi gerekeni ise gerektiği kadar öğrenme gereğini hiçbir zaman hissetmeyecektir. Onun için Kuran’dan haberdar olunmadan yapılan bu davranış, filancanın anlayışına teslim edilmiş bir inancı oluşturmaktadır.

Bir esnaf malını piyasa fiyatının yarısına sattığını söylese o malı, ucuz diye, hiç bakmadan alan olur mu? Tabi ki olmaz. İlk önce herkes ürün kaliteli mi, taklit mi diye şüpheci bir tavırla yaklaşarak bakar, ondan sonra alır. Hiç bakmadan aldıklarını düşünsek bile uğrayacakları zarar en fazla, verdikleri ücret kadar olur. Demek ki kişi araştırmayı, verdiği ücretin karşılığında zarara uğramamak için yapar. Bunu da en doğal hakkı olarak görür, öyle de görmelidir. İnsan böylesi bir şeyin alımında bile zarara uğrama endişesi ile araştırma yapma gereği hisseder de, ilk ve son hayat hakkını tüketmekte olmasına rağmen, neden ucuz cennet dağıtanları aldatıyor mu, sahtekâr mı, diye incelemez acaba? Birileri “bilgili” veya “Allah dostu” dedi diye, “kimdir, nedir, konumu, durumu, yaşantısı nedir?” araştırması yapılmadan bazı kişilerin peşi süre gidilerek, Allah’tan razı olunması beklenir mi?  Gerçek sana anlatılan gibi çıkmazsa ne yapacaksın ahirette? Ey Müslüman, yolu üzere gittiğin insan eğer sahtekârsa neler kaybedeceğinin farkında mısın? Biliyorsan hak yolunda olduğunu, hiçbir sorun yok. Bizim sözümüz genele değil, kimin peşi süre gittiğinin farkında olmayanlaradır. Kuran-ı Kerim, ahiret hayatında yaşanacak olan bu sahneleri bizlere şu şekilde haber vermektedir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Yüzlerinin ateşte evrilip çevrileceği gün, derler ki: “Eyvahlar bize, keşke Allah’a itaat etseydik ve Resûl’e itaat etseydik.” Ve dediler ki: “Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular. “Rabbimiz, onlara azaptan iki katını ver ve büyük bir lanet ile lanet et.” [257]

Kuran-ı Kerim bizlere, kulluğun nasıl yapılacağını öğretmekle beraber, kimlerle, hangi derecede kurulan ilişkilerin Allah katında, “başkasına kulluk etmek” diye kabul edileceğini de öğretir. Ayetlerde geçen mümin, münafık, müşrik ve kâfirin kimlere işaret ettiğini göstererek, bu kişilerin Allah katındaki konumunu belirtir ve kişiye dost görünen tehlikeli insanların yaklaşım tarzlarını öğretir. Yalnızca âlime soru sormaya dayandırılmış bir inanç içerisinde bunları öğrenmenin imkânı yoktur. Bu, ancak âlimin varlığında alınacak sistemli bir eğitim sonrasında öğrenilebilir. Yaşam içerisinde herkesin bu olanağa sahip olması mümkün değildir. İlk olarak, insanların ekonomik ve soysal durumları bunu olanaklı kılmamaktadır. İşçi veya işveren, memur veya amir, tüccar veya tacir olan insanların sistemli bir eğitime ayıracakları zamanları bulunmamaktadır.

Temeli olmadığından yalnızca âlimin görüşüne endekslenen bir yaşam, insanın olaylara karşı duyarsızlaşmasına ve ruhsuzlaşmasına yol açabilmektedir. İnsan, meselenin özünü öğrenmediği için, yaşanan yüzlerce olaya tepkisiz kalarak, sevap gayesi ile gerçekleştirdiği amelleri ile yetinebilmektedir. Bu duyarsızlık insanın, Kuran’ı yaşanılır kılmamasından kaynaklanmaktadır. İnsanlar dinin özünü ayetlerden almadığı için de “Komşusu aç iken tok olarak yatan, bizden değildir.” hadisi bilindiği halde, “Biz bağışları hoca efendinin gösterdiği yere verdik, Allah kabul eylesin.” diyen zihniyet hâkim olacaktır. Oysa hayra, adaletli ve dengeli olması için, ilk önce en yakından başlanmalıdır. Bunun sağlanabilmesinin en kısa yolu ise herkesin yakınına öncelik vermesidir. Çünkü İslam, yapılan eylemlerin adalete hizmet etmesine önem verir. Eylemin yalnızca amaca uygun olarak yapılışı yeterli olmuş olsa idi, misvakı ortak kullanmak da sünnet olurdu. Veya Kuran-ı Kerim’in herhangi bir ayetinde, yalnız bireysel yaşam düşünülerek cennet kazanma lüksü olsa idi, Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın “Ya Rabbi, benim vücudumu o kadar büyüt ki, benden başka kimse cehenneme giremesin!” diye dua etmesi manasız olurdu. Ruhsuz ve duyarsız bir yaşam, işte bu şahsiyetli zihniyetin oluşmasına mani olmaktadır.

Dinin bildirdiklerinden uzak yaşamak, son aşamada insanı tek dünyalı yaşama itmektedir. Bu duyarsızlığın ve ruhsuzluğun ulaşacağı en son aşamadır. Ne yazık ki, yalnızca bu dünyaya duyarlı olarak sürdürülen bir yaşam günümüzde öylesine benimsenmiştir ki, bilginin oluşturduğu tek yaşanılır alan, ticaret alanı olmuştur. Artık birçok yerde, ticari meseleler haricinde, bilginin hiçbir önemi yok gibidir. O bilgi de kişilik oluşturmak için değil, yalnızca daha fazla gelir elde etmek için kullanılmaktadır.

Mesleğin insan ömründen götürdüğü zaman yetmezmiş gibi insanların, sosyal yaşamlarında da tek gündemleri ticaret olmuştur. Bu gündemi değiştirmek için uğraşan azınlıklar bile çoğu zaman kendilerini, sohbetin içinde bulmaktadırlar. Böylece toplumun ortak bilgileri konu olarak, sadece ticarete dair olmaktadır. Bu durum öyle alanlara taşınmıştır ki düğünler, bayramlar hatta cenazeler bile belli başlı bir ticaret platformu[258] haline gelmiştir. Gündemin böylesine geniş bir alana yayılması insanların, tek dünyalı yaşamalarına yol açmakla birlikte, dini meseleleri öğrenmeye ayıracak zamanlarının da kalmamasına yol açmaktadır. Yaşamın büyük bir zaman dilimi dünya işlerine, küçük ama sürekli olan dilimi ise dini eksikliklerin öğrenilmesine ayrılsa, kazançlara bereket, yaşama hassasiyet, hayatlara ise düzen gelmiş olur. Bu düzen insanı, şirk bataklığına düşmekten de kurtaracaktır. Aksi yönde sürdürülen bir hayatın Allah (c.c.) katında verilecek hesabı yoktur.

Gerçekten sizin olan bir şeyleriniz olsun istiyorsanız, bilin ki öğrendikleriniz sizindir. Öğrenmek öyle büyük nimettir ki, başkaları ile paylaşsanız bile yine de azalmadan, aksine artarak sizin olmaya devam eder. Her şey bölüşerek azalmasına rağmen, bilginin bölüşülmesi artmasına sebep olur. Kredi çekilip de hevesle alınan arabalar, evler, bilgisayarlar, televizyonlar, elbiseler v.b… Ne başkaları ile paylaşma olanağı sunar bizlere, ne de sonuç olarak bizlere kalacak. Hesap gününde ise birçoğumuzun önüne hayır olarak gelmeyecek. İşte ruhsuz yaşam ile tek dünyalı yaşamdan elde edilecek sonuç da budur.

En iyi öğrenme şekli ise anlatıldığı gibi hayatın kendisi değildir. Hayat tehlikeli tuzaklar ile doludur. Düşe kalka belki bir nizam sağlarsınız, ama kaybettiğiniz ve zarara uğrayan değerleriniz size geri verilmez. En iyi öğrenme şekli, Allah (c.c.)’ın kelamıdır. Çünkü mutlak anlamda yalnızca O Âlim’dir. Kaynağını Kuran-ı Kerim’in oluşturduğu bir yaşam ise tehlikelerden uzak ve yanlışlardan arınmış olur. Öğrendiğiniz bilgiyi, her şeyi bilenden almışsanız, bir ömür boyu en iyi istifade edeceğiniz şekilde kullanacaksınız. Paylaşırsanız, değeriniz artacak ve ahiret hayatında da zerre kadar haksızlığa uğramadan ödüllendirileceksiniz. Bu kazancı ticari olarak ele aldığınızda, bire beş yüz veren tarlalar ile kıyaslasanız bile hangisinin daha iyi gelir sağladığı aşikârdır. İşte bunun için bilgi, en büyük hazinedir.

Hedeflerimiz, ilkelerimiz, amaçlarımız var dedik,

Rabbimiz müsaade etmedikten sonra hiç bir şeye ulaşamadık…

Evlatlarımız, ailemiz, çevremizdekiler için çabalıyoruz dedik,

Rabbimiz haricinde hiç bir şeyi razı edemedik…

Vesselam… Acı çektik, hüsran bulduk, mutsuz olduk.

Âdem (a.s.) gibi kendisine secde edilmeye mecbur kılınsak da,

Nuh (a.s.) kadar yaşayıp, yeryüzünde halife bulunsak da,

Yusuf (a.s.) gibi dillere destan güzellikle anılsak da,

Yine de en son dönüş, bir olan Rabbimize değil mi?

[246] Zahmet, zorluk, sıkıntı

[247] Güç yetirici

[248] Yunus suresi, 90–92. Ayet

[249] Ali İmran suresi, 19. Ayet 

[250] Değiştirilmiş, bozulmuş 

[251] Ali İmran suresi, 85. Ayet 

[252] Yusuf suresi, 76. Ayet

[253] Saygı gösterme, ululama

[254] Casiye suresi 23. Ayet

[255] Yusuf suresi, 106. Ayet

[256] Müminun suresi, 84–89 ayetler

[257] Ahzab suresi, 66–68 ayetler

[258] Alt yapı