Dertlerimiz Ve Ahiret İnancı
Altında ezilmekte olduğu dertleri bulunanlar, eşleri ile problemler yaşayanlar, işleri kesat gidenler, alacaklarını alamayanlar, borçlarını ödeyemeyenler, gelin-kaynana tartışmaları ile huzursuz olanlar, harcamaları dengesiz olanlar, meslektaşlarının ahlaksızlığından şikâyetçi olanlar, evlatlarının kendi sözlerini dinlemediğinden yakınanlar, bu dertlerin birine veya kaçına birden maruz kalanlar ve daha bunlar gibi niceleri…
Dertlerimiz en güçlümüzü bile güçsüzleştirecek kadar çok büyüdüler. Günah işlemeye müsait kişilikleri olmayanlar haramların içerisinde boğulur oldular. İstemeyip de yapmak zorunda olduklarımız, yaşamımız içerisinde olmazsa olmazlarımız oldular. Dertleri çözmek şöyle dursun, en azından anlatacak ya da paylaşacak insan dahi yok denecek kadar azaldı. Bu sıkıntılarımız, inandığımız değerleri yaşamanın da önünü kesiyor. Bu dertlerimiz çözüme kavuşsa ne güzel kulluk yaparız, değil mi? Keşke keşkeler olsa… Bu kadar sorunu halledecek bir çözüm bileniniz var mı?
Keşke Allah (c.c.), içimizden bir insana mevcut bütün dertlerin çözümlerini ve o çözümlere nasıl ulaşılacağını bildirse, biz de o insandan öğrenip uyguladıktan sonra Allah’a güzelce kulluk yapsak, değil mi?
O insanın bizlere öğrettiği çözümlerin Allah’ın öğretisi olduğuna inandıktan sonra, bunların bizlere çare olmaması da zaten düşünülemez. Tayin ettiği insan bunları öğrenip de hayatına uyarladığında, bizlere de çok güzel bir yaşam reçetesi çıkmış olur. Bu bakımdan, seçeceği insanın zamanımızda yaşamış olmasına da gerek yok. Geçmiş bir zamanda yaşamış olsa bile, tutulan sağlam kayıtlarla beraber cevapları öğrenerek, reçeteyi hayatımıza geçirdiğimiz zaman bu dertlerden kurtulmuş oluruz, değil mi?
EVET! Şeytan, hep aynı hikâyelerle, geçmiş ve bu zamanın milyonlarca insanının, ilk önce sıkıntılarını çözmeleri gerektiği zannıyla, dini yaşamasına engel olmuştur.
“Belirli bir gelirim olsun, dünya işinden elimi ayağımı çekip, uzak duracağım.”,“Şu işlerimi halledeyim inşallah, namaz kılmaya başlayacağım.”, “Aklımdaki düzenimi bir kurayım, sen o zaman gör beni!” gibi süresiz erteleme sözlerini sıkça duyarız. Kişisel sıkıntılarını çözdükten sonra dinlerinin gereklerini uygulamayı hedef edinen insanların, ömürlerini hangi şekilde bitirdiklerine baktığımızda ise, sürekli olarak, sıkıntılı ve ertelenmiş bir dini yaşantısı mirası görürüz. Siz de tanıdığınız, vefat etmiş insanları bu anlamda düşünün, sonucun hep aynı olduğunu göreceksiniz. Şeytanın varlığını kabul edip, kendisini düşman olarak kabul etmezsek, kendisi de bize ahiret inancının amellerini sürekli olarak ertelememiz sureti ile dünya hayatının sıkıntılarını çözmeyi amaç edindirir.
ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:
Şüphesiz şeytan sizin için bir düşmandır. Öyle ise (siz de) onu düşman tanıyın. O, kendi taraftarlarını ancak alevli ateşe girecek kimselerden olmaya çağırır.[134]
Yapılması gereken doğrudur. Dünya meselelerin bir an önce çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Şeytanın hilesi ise meselenin çözülmesini telkin etmek değil, çözüme doğru hareket edilirken kulluk görevlerini sürekli erteleyerek yalnızca dünya sıkıntılarını çözmeye yöneltmesidir.
ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:
Hiç şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır.[135]
Allah’ın emirlerini uygulayıp yasaklarından sakınan bir insan, ahiret inancının gerekleri olan amelleri işleyerek, O’nun belirlediği sınırları da çiğnememiş olur. Bu sınırlar içerisinde hareket edilmesi sonucunda, EL-GANİ[136] olan yaratıcımız, bizleri yardımsız bırakmayacağı gibi, sınırlar dâhilinde halledilemeyecek her hangi bir meselede EL-VEKİL[137] sıfatıyla yardımına mazhariyetimizi sağlayacaktır. Sınır tanımaz şekilde yaşam süren bir insan ise, haram ile helal çizgisi nedir bilmeden, kendi elinden gelenleri yapıp ahiret inancının gereklerini erteleyerek amacına ulaşmayı hedefleyecektir. Bu hilenin sahibi şeytan, ahiret inancının gereklerini ertelemekle aslında, meselenin çözümünü de ertelemiş bulunmaktadır.
ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:
Çünkü o, gerçekten bana geldikten sonra beni zikirden (Kur’andan) saptırmış oldu. Zaten şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakandır.[138]
Şeytan, geleceği çok uzak, gün içerisinde çözülmesi gereken meseleleri ise yakın gösterir. Bu olaylara düz mantık ile yaklaşan herkes hemen bu hileye kanacaktır. Fakat iş gerçekte öyle değildir.
Bu hilenin bilincinde olarak aklımıza sorduğumuzda, günlük meselelerden daha da yakın olanın ölüm olduğunu, kalbimize sorduğumuzda ise şah damarımızdan bile yakın olanın yaratıcımız olduğunu idrak ederiz. Şeytanın düşman olarak kabul edilmesinden dolayı hilesinin boşa çıkması ve aklın gerçeği bulması işte böyle olur. Yirmi yıllığına banka kredisi çeken birisi, hesabını yaparken, yirmi yıl sonrasını çok uzak görmez. Ve o günü “yakın gelecek” olarak kabul edip, “Bu borcu nasıl ödeyebilirim?” diye hesaplar yapar. Bunu yapmasında akla ve mantığa uymayan hiçbir durum yoktur. Enteresan olan, yirmi yılı yakın gelecek gördüğü için hesap yapan bir insanın, kabir ehli olmayı ya da mahşer yerine getirilip hesap vermeyi çok uzak ihtimal görmesidir.
İşte insanı, şeytan böyle uzak sapıklığa düşürür. Gerçekten uzak olan bu dünya hesaplarını yaparak geçirdiğin ve bir daha geri gelmesi imkân dâhilinde olmayan dündür.
ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:
İş bitirilince şeytan da diyecek ki: Şüphesiz Allah size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Şüphesiz ben, daha önce sizin, beni Allah’a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Şüphesiz, zalimlere elem dolu bir azap vardır.[139]
Müslüman hayatını çift taraflı yaşayandır. Dünyasını ve ahiretini düşünerek yaşar. Kendisi için, bilir ki, yarın hesap günü gelecek ve hayatı nasıl geçirdiği sorulacak. Bunun için Müslüman dünyevi hesaplarının içine, muhakkak, kulluğunun gereklerini eklemelidir.
Böyle, gözle görünmeyen bir düşmanın (şeytan) varlığını unutan birisi, Allah (c.c.) tarafından gönderilen Peygamberlerin aynı zamanda, insanların dünyevî sıkıntılarını da çözmek için gönderildiğini unutacaktır. Bu insanlar Peygamberleri, sadece ibadetlerin ne zaman ve nasıl yapılacağını anlatmak üzere gönderilmiş elçiler olarak görürler.
ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:
İçlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük lütufta bulunmuştur.[140]
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
Ey İnsanlar! Size, onlara yapıştığınız takdirde asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabı ve sünnetim[141]
Aslında dertlerimizin çözümü gönderilen peygamberler ile ve onların yaşantılarını ele alan sahih kaynaklarla birlikte elimizin altında durmakta iken bizler, şeytanların hilesine kanmış olmanın sonucu olarak, yalnızca dünya dertlerini çözümlemeye yönelmiş, ahiret amellerini ise sürekli erteleyerek yaşam sürdüren insanlar haline gelmişiz. Şu acınacak halimize bir bakın… “Hayat” denilen bu filmin Yaratıcı tarafından yazılmış senaryosunda Müslümanların, insanlığın yaşamına değer katıp, sıkıntıların çözümünü kendi öz kaynaklarından tüm dünyaya kalem, kelâm veya kılıç ile anlatan başrol oyuncusu olmaları gerekirken, altında define olduğunu bildiği halde acizliğinden üzerine oturmuş, gelene geçene el açıp yalvaran dilenci rolüne bürünmüş olmaları… Bunu dünya çıkarları için yapanlarsa, “Neden içimizden bir insan gönderildi, melek gönderilmeli değil miydi?” diyen kâfirler ile aynı maksat için yapmışlardır. Onlar, Allah’ın kurallarını öğretip uygulaması için gönderilen elçiyi dünyevi çıkarlarına ters düştüğünden inkâr edip, kâfir olmuşlardır. Kâfir, gerçeği görmeyen anlamında olduğu gibi, bilmesine rağmen kabul etmeyen, manasına da gelmektedir. Bu insanlar, Peygamberlerin görevlerini ve getirdiği kuralların amacını net olarak anlamalarına rağmen, dünyevi çıkarlarına ters düştüğü için, yapılan tebliği kabul etmeyip, kendi kurallarını koymayı tercih etmişlerdir.
ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:
Nuh kavminin ileri gelenleri şöyle derler: “Bu sizin gibi bir insandan başkası değildir. Size karşı şeref ve üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah Peygamber göndermek dilese idi, elbette bize melekler indirirdi.[142]
Gerçekte ise ancak içimizden biri bizlere bilgiyi öğretip davranışlarımızı düzenleyecek, Allah sevgisini ve rızasını kazanacak Müslümanlar olarak yaşamamızı sağlayabilecektir. “Neden bizim gibi bir insan gönderildi?” diyerek mazeretler öne süren tüm zamanlardaki bu zihniyete melekler gönderilmiş olsa idi, o zaman da “Onlar melek, biz ise insanız, biz onların yaptıklarını nasıl yapabiliriz ki?” diyeceklerdi.
Bunları anlatmamızın sebebi: Dertlerimizin dermanı, Peygamberlerin izinde hareket etmek olmasına rağmen bizler, şeytan gibi bir varlığın düşmanımız olduğunu unuttuğumuzdan, adeta “Neden içimizden bir insan gönderildi?” diyenler gibi, dünyevi çıkarlarından dolayı inancının gereklerini işlerine karıştırmayan ve yalnız haz amacıyla yaşayan tek dünyalı varlıklar haline gelmiş bulunmamızdır.
ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:
Birtakım insanlar (Allah’ı tesbih ederler) ki, ne ticaret ne de alış veriş onları Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.[143]
Kendisini dine teslim eden insanın böyle bir yanlışa düşmemesi için Allah inananlara, çareyi başka yerlerde arama hakkını bile vermemiştir.
ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:
Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman, mümin bir erkek ve mümin bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulü’ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.[144]
Peygamberler, Allah rızasını kazanma yolunda hayatlarını şeref ve haysiyetli olarak geçirme amacı ile içimizden seçilmiş insanlardır. Kuran’a ve sünnete bu anlamda başvurulup, bilgiler amele çevrildiği zaman gerçek, bütün çıplaklığı ile ortaya çıkacaktır. Hayata değer katan yönlendirmeleri, keza doğru olarak uygulanmadığında insanın mutsuzluğuna sebep olan seçimleri ve yalnız dünyevi dertler ile uğraşmanın sonucunda ortaya çıkan yanlış ahiret inancını işledikten sonra, mutlak anlamda karşılaşacağımız ölüme hazırlık yapmak için, İslami kavramları hikmetsel yönden ele alıp, bu kavramaların manalarını hayatımıza taşıma gerekliliğine değineceğiz.
ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:
Her nefis ölümü tadıcıdır, sonra bize döndürüleceksiniz.[145]
Karşılaşacağımızı bildiğimiz tek gerçek ölecek oluşumuzdur. Ne zaman olursa olsun her canlının kaderine ölüm yazılmıştır. Mademki insanın dünyadaki sonu mutlaka gelecek ve bundan kurtuluş yok, o zaman aklın en güzel kullanım şekli de insanın kendi ölümüne hazırlık yapması olarak belirlenebilir. Burada imanlı insanın takınacağı tavır net olmalıdır. Çünkü iman, bir sonraki hayatın varlığını kabul etmeyi gerektirir. Bunun getirisi olarak insan kendisini oraya hazırlamalıdır fakat günümüz müslümanları için durum hiç de öyle değildir. İnsanların, ölümün varlığına ve sonrasına iman ettikten sonra tüm yaşamlarını buna göre hazırlamaları gerekirken ölüm, şiddeti düşünüldüğünde bile korkulacak bir hal almıştır. Bunun ile birlikte herkes cennete girmeyi dilemektedir, fakat hiç kimse ölmeden cennete giremez. Kişinin ölümden korkmaması cenneti kazanacağı anlamına gelmez, bu doğrudur. Bununla birlikte kişinin, ölümünü temel alarak hayat sürmesi imanının verdiği istidadı[146] ile gideceği yeri kazanması demektir.
İmansız bir insanın, ölümü maddenin geri dönüşümü olarak kabul edeceğinden, öleceğini bilerek hayat sürmesi dünyaya olan şehvetinin iki kat daha artmasına sebep olacaktır.
Dünya sınavının yapı taşları öyle muhteşemdir ki, dileyenin dilediği pencereden bakabileceği ve görüntünün kendisine hoş geleceği şekilde tasarlanmıştır. Ölüm canlılar da ortak özelliktir. Akıl sınava tabi tutulanlarda ortak özelliktir. Bunlarla birlikte sınava tabi tutulanların benimsedikleri yaşam tarzları farklı olduğu için, sonuca giderken oluşturdukları doğrular, fikirler, yaklaşımlar, hissiyatlar, duygular ve zevkler birbirlerinden sürekli farklıdır. Bu farklı yaşamlarından dolayı İslam dininde insanın, iman üzere ölmesi şartı aranır.
Çünkü nerede, ne zaman ve hangi şekilde olursa olsun, benimsenen yaşam tarzını kişideki iman belirler. İnsanın, değer verilmesin diye yaratılmış bir dünyanın içinde kendi değerleri ile kazanacağı cevapları vardır. Cevaplarını bulması istenen sorular olmakla beraber insanın, kendisinin cevabını aradığı sorular da vardır. Bu meseleleri temelden çözen tek şey imandır. İman insana öyle bir anlayış verir ki, meseleler kendiliğinden çözülmeye başlar. Kul ilk önce ‘‘yalnız Allah’ın bileceği’’ ve “kendi çalışmalarım sonucunda ulaşabileceğim cevaplar” diye, meseleleri iki kategoriye ayırır. Bu ayrım sonucunda insan, meseleleri en aza indirmek ile kalmaz, zamanını boşa harcamaktan ve itikadi bozukluklara uğratacak yanlışlara düşüp cahiller ile beraber anılmaktan kurtulacağından dolayı da büyük kazanç elde eder. Kendisine tayin edilmiş emir ve yasak sınırları çerçevesinde meseleleri çözmeye çalışır, çözemediği veya sınırı aşma endişesi duyduğu yerde meseleyi sahibine havale eder. Bunun için dua müminin silahıdır. İmanlının ve sınırları aşmayanın silahı…
Bugün Müslümanların içinde bulunduğu durum silahsız oluşlarından kaynaklanmaktadır. Bunun sebebini ilk önce kendinize sorarak da bulabilirsiniz. En son ne zaman dua ettiniz, kimin için ettiniz veya kabul olması için ne gibi eylemlerde bulundunuz? Etmiyorsanız neden etmiyorsunuz? Ediyorsanız yalnız kendiniz için mi ediyorsunuz?
Sonra “Dertlerim bitmiyor, hiç çıkar yol bulamıyorum, kendi yaptıklarımdan sonuç elde edemiyorum.” diyorsunuz. İsteklerin oluşması ve gerçekleşmesi için, Müslüman toplumları oluşturan bireylerin, içinde bulundukları bu durumu eksiklik addetmeleri ve değiştirme gereksinimi hissederek hareket etmeleri gerekmektedir.
ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:
Nedeni şu: Bir kavim, kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir. Allah şüphesiz işitendir, bilendir.[147]
İmansız ise bütün âlemi manalandırmaya çalışır. Bunda tek gaye kendi üstünlüğünü diğer insanlara ispatlamaktır. Bunun için sınır tanımaz.
Kendisini ölüme hazırlayıp hazırlamadığına bakarak, o insanın ne derece akıl sahibi olduğunu da anlayabiliriz. Çünkü gerçekten akıllı olan birisi şüphesiz, karşılaşacağı durumlara kendisini hazırlayacaktır.
“Ne kadar ölüme hazırsanız o kadar akıllısınız demektir.”
Topluma baktığımızda, ölüme hazırlanarak inandığımız yaşantıyı elde etmeye uğraşmamız gerekirken, ölüm endişesinin bizi kendisine uyarlayıp, nefsin dilediği yere doğru sürüklenmeye mahkûm ettiğini görmekteyiz. Ölüm sonrası yaşamı değil, ölümün kendisini amaç edindiğimizden “Mademki öleceğiz, ölmeden önce her şeyden tüketmeliyiz.” inancına dayalı bir yaşam sürdürmekteyiz.
Olaylara o kadar duyarsız, düşüncesiz, hissiyatsız bir biçimde yaklaşıp bu hal üzere olan yaşantımızı da öylesine benimsiyoruz ki, diğer canlıların konuştuğu dili anlasak belki de onlardan işiteceğiz, “SİZ BİR ÖLÜSÜNÜZ!” cümlesini. Kim bilir belki de kendi lisanları ile haykırıyorlardır, ama biz anlamıyoruz.
Ölüm kendisine gelen canlıya hissiyatsızlık, düşüncesizlik, duyarsızlık, bireysellik getiriyorsa, biz de sadece ölümü temel amaç olarak alıp, inandığı gibi yaşayan insanlar olamıyorsak ölümün bizde oluşturacağı etkiden geriye ne kalmış olabilir ki! Sadece nefes almak var.
Yaşamak ile yaşamamak arasında ki tek fark nefes almak…
Yalnızca haz almak gayesi ile nefes alarak yaşayanları gören şuurlu insanlar, ümitsizliğe kapılıp, hayatlarını birey olarak sürdürmeye başlamaktadırlar. Oysaki insanın birey olarak hayatını sürdürmesi, hangi sebepten olursa olsun, nefsin istekleri yönünde hareket etmesi için yeterli bir durum teşkil etmektedir. Günümüzde de yaşam aynen bu şekilde sürdürülmektedir. Şuurlu insanların içinde olması gereken durum böyle olmamalıdır. Diğerleri hayatı tek olarak yaşıyorlarsa da bu insanların, cehaletin çoğalarak ilerlediğini düşününce, bilgiyi yarınlara aktarma gayesi ile tebliğ etmeleri gerekmektedir. Bu tebliğleri ise tek başlarına değil, amellerini uygulayabilecekleri bir zeminde yerine getirmeleri icap etmektedir. Çok söz, bir hareket gibi açıklayıcı değildir.
Bu durumun varlığı mevcut olmadıkça, yalnız haz almak için yaşayanlar değil, onlara kızıp oruç bozanlar da bu durumdan mesuldürler. Çünkü oruç, haz veren şeylerden sağlanan yoksunluk demektir. Asıl olan ise bu yoksunluğu kulluk görevi olarak kabul etmektir. Bu görevi terk etmek ise, oruç tutmayı kasıtlı bozmak gibi, kula sorumluluk getirmektedir.
Bütün nefeslerin toplamı bir hayatı oluşturduğu gibi hayatların toplamları da nüfusları oluşturur. Nüfus, nefsin çoğuludur. Nüfusları oluşturan nefeslerin toplu olarak bir yaşama hizmet etmesi ise bizleri, birliğe yani tevhide davet etmektedir.
[134] Fatır suresi, 6. Ayet
[135] Nisa suresi, 76. Ayet
[136] Zengin olan, hiçbir yaratılmışa muhtaç olmayan
[137] Mahlûkatın dünyada ve ahirette işlerini hakkıyla yerine getiren, rızıkları veren, tevekkül etmeye (kendisine güvenilmeye) lâyık olan
[138] Furkan suresi, 29. Ayet
[139] İbrahim suresi, 22. Ayet
[140] Al-i İmran suresi, 164. Ayet
[141] Camiu’s sağır: 2923; Feyzu’l kadir: 3/443; Beyhaki sünen: 10/114
[142] Müminun suresi, 24. Ayet
[143] Nur suresi, 37. Ayet
[144] Ahzab suresi, 36. Ayet
[145] Ankebut suresi, 57. Ayet
[146] Kabiliyet, yetenek, insan gücü
[147] Enfal suresi, 53. Ayet
You Might Also Like
Hadislerin Tespiti
Allah’ı Neden Göremiyoruz? Varlığı, Görülmeden Nasıl Bilinebilir?
Tevhid