Hadisler, ihtilâfa düştükleri konularda insanları aydınlatan, böylece onlar için hidayet ve rahmet kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm’in kendisine indirildiği (en-Nahl 16/44, 64) bir peygamberin sözü olarak üstün bir değer ifade ettiği gibi Kur’an’ı herkesten iyi anlayan ve âyetlerdeki ilâhî maksadın ne olduğunu en iyi bilen Allah resulünün görüşü olarak da büyük önem taşır. Hz. Peygamber’in insanlara sözleriyle açıkladığı, fiilleriyle uygulanışını gösterdiği ilâhî emirlerin başında namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler gelir. Namazların hangi vakitlerde, kaçar rek‘at ve nasıl kılınacağı, orucun nasıl tutulacağı, zekâtın hangi mallardan, ne kadar verileceği, haccın nasıl yapılacağı gibi hususlar Kur’an’da yer almayıp hadislerle açıklık kazanmış, İslâm hukukunun birçok meselesi hadislerde verilen bilgilerle çözüme kavuşturulmuştur. Ayrıca Kur’an’da birkaç türlü yorumlanabildiği için mânası kolayca anlaşılmayan (müşkil) âyetler, şirkin “zulüm” kelimesiyle tefsir edilmesinde olduğu gibi geniş kapsamlı ifadelerle daha dar anlamların kastedildiği âyetler de hadis rivayetleri sayesinde yorumlanabilir. Hadisler aynı zamanda Kur’an’da yer almayan birçok meseleye açıklık getirmiş, bu konulardaki uygulama şekillerini göstermiştir. Meselâ bir kadının âdet halinde kılamadığı namazları kazâ etmeyeceği, bir erkeğin hanımının üzerine onun teyzesi ve halasıyla evlenemeyeceği, nesep yakınlığı dolayısıyla evlenilmesi haram olan kimselerle süt yakınlığı sebebiyle de evlenmenin haram olduğu gibi hususlar, ayrıca şüf‘a hakkı ile ilgili hükümler, nineye ve baba tarafından akrabaya düşecek miras gibi meseleler Hz. Peygamber tarafından halledilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de temas edilmekle beraber hakkında fazla bilgi verilmeyen âhiret hayatıyla ilgili hususlar, kabir hayatı, yeniden dirilme, mahşer, hesap, mîzan, cennet ve cehennemdeki hayat gibi konular da hadisler sayesinde öğrenilebilmektedir. Ahlâkî faziletler, mânevî ve ruhî gelişimi sağlayacak kurallar, düzenli bir aile hayatı için gerekli olan davranış biçimleri, insanlar arasında içtimaî ve ticarî münasebetleri düzenleyen hükümler, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkiler vb. konularda da hadislerde geniş bilgi bulunmaktadır.

Otuzdan fazla âyette Hz. Peygamber’e itaatin emredilmesi (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ṭvʿa”, “resûl” md.leri) ve özellikle, “Resulün size verdiğini alın, yasakladığından da sakının” (el-Haşr 59/7) şeklinde kesin bir tâlimatın bulunması, Kur’an’da açıkça zikredilmeyen hususlarda Resûl-i Ekrem’in ortaya koyduğu uygulamanın benimsenmesi gerektiğini göstermektedir. Allah ile Peygamber’in verdiği hükümlere müslümanların aykırı davranma muhayyerliğinin bulunmadığını (el-Ahzâb 33/36), aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Peygamber’i hakem tayin edip onun verdiği hükme gönül hoşnutluğu ile boyun eğmedikçe iman etmiş sayılmayacaklarını (en-Nisâ 4/65), Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlarla Allah’ı çok zikredenler için Resûlullah’ın güzel bir örnek olduğunu” (el-Ahzâb 33/21) belirten âyetler, Hz. Peygamber’in söz ve fiillerinin müslümanlar için vazgeçilmez bir önem taşıdığını ortaya koymaktadır. “Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilmediğin şeyleri öğretti” (en-Nisâ 4/113) ve, “Evlerinizde okunan Allah’ın âyetleriyle hikmeti hatırlayıp üzerinde düşünün” (el-Ahzâb 33/34) meâlindeki âyetlerde Kur’an ile birlikte anılan hikmetin, özellikle Kur’an ile yan yana zikredildiği zaman Resûlullah’ın kavlî ve fiilî sünnetini belirttiği kabul edilmektedir (Şâfiî, er-Risâle, s. 78, 93, 103). Allah’a imanı ve itaati emreden âyetlerde Resûlullah’a iman ve itaatin de şart koşulması âlimlerin bu kanaatini pekiştirmektedir. Bazı hadislerde yer alan, “Allah şöyle buyurdu” veya, “Rabbim bana şöyle emretti” gibi ifadeler Resûl-i Ekrem’in bazı hadislerinin vahiy mahsulü olduğunu göstermektedir. “Kutsî hadis” diye anılan bu nevi rivayetlerin aynı hadis kitabının değişik bahislerinde tekrarlandığı veya bir başka hadis kitabında yer aldığı zaman onun kutsî hadis olduğunu gösteren, “Allah şöyle buyurdu” ifadesinin görülmemesi, kutsî hadislerin tesbit edilemeyecek kadar fazla olduğu kanaatini uyandırmaktadır (İbn Hacer, Fetḥu’l-bârî, I, 174). Kur’ân-ı Kerîm yanında hadislerin de vahiy ürünü olduğuna dair görüşün en azından Hassân b. Atıyye’ye (ö. 130/748 [?]) kadar gittiği bilinmektedir (Dârimî, “Muḳaddime”, 49). İslâm âlimlerinin büyük bir kısmıyla birlikte aynı görüşü benimseyen İmam Şâfiî Kur’an’ı vahy-i metlüv (okunan vahiy) saymış, bunun karşılığında sünnet veya hadislere de vahy-i gayr-i metlüv (okunmayan vahiy) denilmiştir. Ancak hadisler anlamla birlikte lafzın da Allah’a ait olmaması, hem lafzı hem mânasıyla mûciz olmaması, bizzat Hz. Peygamber’in emriyle tamamının yazıya geçirilmemesi ve ibadet maksadıyla ezberlenip okunmaması bakımından Kur’an’dan ayrılmaktadır.

İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre hadislerin lafızları Peygamber’e, mâna ve mefhumu Allah’a aittir. Bu sebeple kutsî ve nebevî hadislere vahy-i gayr-i metlüv yanında “vahy-i hafî” de denilmiştir. Muhammed Hamîdullah’a göre Resûl-i Ekrem Allah’ın gönderdiği bir elçi olduğu için her elçi gibi onun da göreviyle ilgili hususlarda kendisini gönderenin tâlimatına göre konuşması ve davranması gerekir. Nitekim, “Elçinin size getirdiği şeyleri alın ve sizi menettiği şeylerden kaçının” (el-Haşr 59/7) meâlindeki âyet de bunu kanıtlamaktadır (İA, XI, 243). Esasen İmam Şâfiî de Allah’ın Peygamber’e iki türlü emri olduğunu belirterek bunların ilkini “vahiy” (Kur’an) ikincisini “risâlet” diye anarken aynı mantıkla hareket etmiş olmalıdır (el-Üm, V, 127).

Hadislerin mâna ve mefhumlarının vahiy kaynaklı olduğunu savunanlar bunların ya Cebrâil vasıtasıyla bildirildiğini (Dârimî, “Muḳaddime”, 49; Şâtıbî, IV, 24) veya uykuda yahut uyanıkken ilham edildiğini söylerler. Cebrâil’in zaman zaman insan şeklinde Hz. Peygamber’in yanına gelerek bazı ibadetlerin mahiyeti ve uygulama şekilleri konusunda açıklamalarda bulunması (Müsned, II, 325; IV, 129, 161, Müslim, “Mesâcid”, 166, 167), ayrıca yahudi âlimlerinin Resûl-i Ekrem’i denemek amacıyla sordukları veya soracakları soruların (Müsned, III, 108, 113), yahut bazı müslümanların bilmedikleri hususlarda ona yönelttikleri soruların (Buhârî, “Ḥac”, 17, “ʿUmre”, 10, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 2) cevaplarını öğretmesi hadis ve sünnetin vahiyle yakın ilgisini göstermektedir. Âlimler, Hz. Peygamber’in Allah’tan Kur’an vahyinden başka vahiy aldığına bazı âyetlerde de işaret edildiğini belirtirler. Meselâ Hz. Hafsa’ya bir sır veren Resûl-i Ekrem’in bunu kimseye söylememesini tembih ettiği halde Hafsa’nın o sırrı Âişe’ye söylemesi üzerine Allah’ın bu durumu resulüne bildirmesi ve daha sonra bu olayın Kur’an’da anlatılması (et-Tahrîm 66/3); 6. yılın Zilkade ayında (Mart 628) umre yapmak için Mekke’ye hareket etmeden önce Resûl-i Ekrem’in rüyasında Mekke’ye girip tavaf ettiğini görmesi ve bunu ashabına haber vermesi, fakat Hudeybiye’den öteye gidemeyip burada Mekkeliler’le bir antlaşma yapmak zorunda kalınca bazı sahâbîlerin üzüntülerini Resûlullah’a bildirerek vaadinin gerçekleşmediğini hatırlatmaları üzerine Peygamber’in rüyasının doğruluğunu belirten âyetin nâzil olması (el-Feth 48/27) ve diğer bazı örnekler, Resûl-i Ekrem’e Kur’an vahyinin dışında da Allah tarafından bilgi ulaştırıldığını ortaya koymaktadır. Şu halde hadislerde Peygamber’in rolü söyleyeceği bir şeyi kendi söz kalıplarına dökmek veya fiil ve davranışlarıyla sergilemekten ibarettir. Buna karşılık Hanefî imamlarının vahiy tasnifine göre (Erdoğan, s. 77-78) hadislerin oluşmasında Resûlullah’ın re’y ve ictihadının da rolü vardır. Ancak onun sürekli vahyin kontrolünde bulunması, risâletiyle ilgili konularda nâdiren vuku bulmuş olan hatalı görüş ve ictihadlarının vahiyle düzeltilmesi sebebiyle (meselâ bk. el-Enfâl 8/67; et-Tevbe 9/43; et-Tahrîm, Abese 80/1-10) bu nevi hadisler de bir tür vahiy sayılmıştır.

Resûl-i Ekrem’in “ismet” sıfatıyla da ilgili olan, ayrıca onun yüksek aklî ve zihnî melekesi (fetânet), geniş tecrübeleri sayesinde isabetli ictihadlarda bulunması gerektiği fikrinden kaynaklandığı anlaşılan bu son görüş dikkate alındığında, hadislerin vahiy mahsulü veya Peygamber’in re’y ve ictihadları sayılması hususundaki görüş farklılıklarının, hadislerin değeri bakımından pratikte fazla önemi kalmamaktadır. Zira Resûl-i Ekrem’in geniş anlamda dini ilgilendiren söz, fiil ve takrirlerinin ilâhî otoritenin denetimi altında tutulup gerektiğinde tashih edilmesi, hadislerin genel olarak vahyin maksadına uygunluğunu ve hükümlerinin bağlayıcılığını kabul etmeyi gerekli kılmaktadır. Bütün bu hususlar, Hz. Peygamber’in hadis ve sünnetinin hukukî bakımdan taşıdığı değeri de göstermektedir. Resûl-i Ekrem’in saygınlığına, verdiği hükümlerin önemine işaret eden âyetler onun sözlerinin, emir ve yasaklarının Kur’an’daki hükümlerden ayrı tutulamayacağını, bunların İslâmî hükümlerin bir parçası olarak kabul edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır (Şâtıbî, IV, 14-15). Hz. Peygamber bu durumu, “Bana kitapla birlikte onun bir benzeri daha verildi” (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 5) sözüyle ifade etmiştir. Muâz b. Cebel’in, Yemen’e vali olarak gönderileceği sırada orada nasıl hükmedeceğini soran Hz. Peygamber’e Kur’an’da bulamadığı konularda Resûlullah’ın sünnetine başvuracağını söylemesi ve bunun Resûl-i Ekrem tarafından memnuniyetle karşılanması, Hz. Ebû Bekir ile Ömer’in de hilâfetleri süresince Kur’an’da bulamadıkları konularda hadise müracaat etmeleri, sünnet ve hadisin Kur’an’dan sonra başvurulacak ikinci kaynak olduğunu göstermektedir. Bütün mezhep imamları, kanaatleri sahih bir hadise ters düştüğü takdirde şahsî görüşlerinden vazgeçerek o hadisi benimsediklerini söylemişlerdir. İmam Şâfiî’nin, “Resûlullah’ın sözü yanında kimin başka bir hücceti bulunabilir” (Şa‘rânî, I, 212) demesi ilk imamların hadise bakış açısını yansıtır.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1997 yılında İstanbul’da basılan 15. cildinde, 27-64 numaralı sayfalarda yer almıştır.