Aslında yaşam içerisindeki yaptıklarımızdı, yazmaya ve dolayısı ile anlamlandırmaya çalıştığım…

Toplumu düşünüp kendime bir ders çıkarmaya çalışıyordum.

Öyle bir duygu yoğunluğu oluştu ki artık hayatın manasını, ölümüm ile son bulacak, benden ötelere uzanan bir şeyler çabası içinde arıyordum.

Cevap bulmam gereken sorular vardı. Hatta bu sorular, bütün insanlığın hali hazırda ne ile meşgulse bırakıp, cevabını arayıp bulması gereken sorulardı. Sığındım Âlemlerin Rabbine, girdim bilinmez bir son ile bu işin içine…

Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?

Yaşam içerisinde nihai amacım ne olmalı?

Muhakkak bu soruların cevaplarını bulmam lazımdı. Bunlar benim, akıllı, iradeli, şuurlu, kişilikli olmam için ve kazanılması gerekenleri elde etmek adına, olmazsa olmaz sorularımdı. Çünkü bu sorular aslında ilk insandan bu yana gerek bilinçli gerekse bilinçsiz olarak, her insanın cevabını aradığı temel sorular idi.

Kâinatta varlığını sürdüren bir canlı çeşidi olarak asıl gayem, neyi-niye yaptığını bilmek, nereden ve ne için geldiğimi bulmaktı. Cevap arayacak metodu oluşturmak ile başlamalıydım işe. Yani doğruya uzanan bir rotayı belirlemek ile…

Çünkü doğruyu iyi belirleyemezsem, yanlışı doğru olarak kabul etmem çok kolay olacaktı. Nice insanlar var ki, yanlış bilgileri doğru kabul edip, o yol üzerinde yaşamlarını sürdürüp öylece aramızdan ayrılıyorlar.

Yanlışı doğru olarak aktarmaktan Allah’a sığınırım.

Bu çalışmamızda, hayatı manalandırmak adına sorulan soruların cevaplarını bulmak, dolayısıyla insanlık âlemine de bir nebze olsun ışık tutmak anlamına geleceği için, evvelki gelip geçenlere fayda sağlamasa da belki şu an yaşayanlara, belki de sonrakilere tarafımdan bir bilgi ulaştıracaktır. Evet! Bilgi ulaşacaktı. Benim de hayatı anlamlandırmak adına, mevcut soruların cevaba ulaşması için çizeceğim rota “doğru bilgi” olmalıydı.

Doğru bilgi, doğruluğu zamana ve mekâna bağlı olmayan bilgiye denir. Yani doğru bilgi, ne zaman ve nerede olursa olsun doğruluğunda geçerliliğini kaybetmeyen bilgidir.

İnsanlar kendi doğruları ile hayatlarını sürdüren canlılar olduklarına göre, cevabı bulma yöntemi bilginin doğru olanına erişme metodu ile bağlantılı olmalı idi.

İnsanoğlunun, yaşamında bilgiyi doğru olarak kabul etmesi ve bilginin insana ulaştığı andan itibaren “doğru mu yoksa yanlış mı”, diye ayırt edebilmesi çok önemlidir. Çünkü kişinin doğru bilgiyi doğru kabul etmeme ihtimali olduğu gibi, yanlış bir bilgiyi ön araştırmaya tabi tutmadan kendisine geldiği şekliyle doğru kabul etmesi ihtimali de vardır ki bu, kendini sorgulamayan bir benlikte temelden dönülmez bir hal alan yapıya sebep olur.  Ve bu ölçüsüzlüğü olaylara bakışında bir kural olmuşsa, artık o kişi ne yaptığını bilmez olur.

Kişi, mutlak olan doğru bilginin getirisini yanlış biliyor veya temel manası ile hiç bilmiyorsa, bilmeyen insandan bilmediği şeyi yapması beklenemeyeceği için, kendini tek istikameti olan bir yolculuğa müsait hale getirmiş olur. Nitekim bilmediği bir yemeği yapması bir ev hanımından beklenemeyeceği gibi, bilmediği doğru bilginin gereklerini yerine getirmeleri de insanlardan beklenemez. Zira insan bildikleridir. Ne kadar biliyorsa o kadar insandır. Ne kadar insansa o kadar biliyordur. Bilgi, insanı insan yapan eylemidir. Örneğin, bir ağacın dalında meyve yoksa bile ona yine ağaç diyebilirsiniz. Dalı bile olmasa yine de ağaç diyebilirsiniz. Hatta gövdesinden kesilmiş olsa bile ona ağaç denilebilir ama kökünden ayrılmışsa ona ağaç denmez. Kesilirse kütük olur, parçalanırsa odun olur. İnsana da insan diyebilmek için, odun ve kütük gibi olmaması şartı aranmalıdır. Yani, kökünden ayrılmama şartı aranmalıdır. Kökünden ayrılma mesafesi ise, bilgiden ayrılma mesafesi ile doğru orantılıdır. Bu anlamda Kur’an, bakınca insana benzeyen kütükleri şöyle haber verir:

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa onların sözlerini dinlediğin zaman sanki elbise giydirilmiş (Bir yere dayandırılmış) kütük gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır; onlardan sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl da Hak’tan döndürülüyorlar? [7]

Münafıkları tarif eden bu ayeti kerimedeki ‘dayandırılmış kütük’ benzetmesi, köklerinden ayrılmış bulunmalarından ve dolayısı ile kendi iç dünyalarından habersiz bir yaşam sürmelerinden kaynaklanır. Dışarıdan gösterişli ve alımlı görünseler dahi bu zayıf halleri onları, içlerinde huzursuz ettiğinden her sesi kendi aleyhlerinde sanmaları da doğaldır. En doğrusunu Allah (c.c) bilir.

Bilgi, vazgeçilmezliğin kalplerdeki adı olmalıdır.

İnsanlar bildikleri ile sürdürürler hayatlarını, bildikleri ile alırlar kararlarını ve bildikleri ile işlerler amellerini. İnsanın imanı, bilgisini aşamaz. Çünkü kişi, bilmediği şeye iman edemez. Ne kadar bilirse o kadar iman eder. İnsanın bildikleri, kendi amelleridir. Ve amelleri de kendi bildikleridir. Bunların hepsi birbiri ile ayrılmaz bir bütün içindedir. Yani bilginin insanda doğru olarak kabulü en önemli şarttır. Hal böyle iken insan için bundan daha önemli ne olabilir ki!

Doğru kabul edile gelmiş bir bilgi, aslında yanlış bir bilgi ise ancak inanç dairesi içerisinde ise, sahibinin dünyasını ve ahiretini mahvetmeye yeterlidir. Bu durum, ahiret gününe inanmış insanlar için, ihmale gelmeyecek ve birilerinin anlayışına körü körüne teslim edilemeyecek kadar önemlidir. Bilginin doğruluğu kalplere sağlam olarak yerleşmiş bulunmalıdır.

Bilinmesi gereken bir diğer önemli husus da bilgiyi bilenden ayırmanın doğru bilginin bir nevi ölüm sebebi olduğudur. Ruh ile cesedin birbiri ile bağlantısı gibi bilgiyi bilenden ayrı düşünmek, bilgideki doğruluğu mezara götürür.

Neden mi?

Hangi amaç ile nerede yapılırsa yapılsın, bu sadece şeytana hizmettir de onun için. Bugün bir yandan öğretmenlik müessesi kutsanırken bir yandan da öğretmenini bıçaklayanların, ona hakaret edenlerin ya da küfür edenlerin sürekli olarak çoğalması başka türlü nasıl açıklanabilir sizce?

Artık, insanların içinde bulunduğu zamana “Bilgi Çağı” hitabı kabul görmüşken, bilgiyi taşıyan, öğretici konumda olan o insanın, sözlü ya da  fiili olarak maruz kaldığı hakaretlerin sebebi başka nasıl izah edilebilir?

İşte bilgi ile bileni birbirinden ayırırsanız, bu gibi durumlara da kendiliğinden sebep olmuş olursunuz. Bunu yapanlar, kafalarında, bilgi ile bileni bir görmüyorlar. İkisini birbirinden ayrı olarak düşünüyorlar.

“Bunu yapanlar sosyal anlamda zaten toplum dışı insanlardır” diye düşünürseniz, yanılırsınız. Öyle olsa idi bu tarz eylemler, sadece, bilgiyi istemeyenlerin yapacağı eylemler olurdu. Bilgiyi almak istemeyenler, Okul diye tabir edilen binalarda olsun, dünya diye tabir edilen okullarda olsun, sürekli bilgi sahibinden kaçarlar. Onlar kendi yaşamlarını bu şekilde sürdürürler. Bu tarz eylemler ise kendisine bilgi lâzım olan, onu almak isteyenlerin eylemleridir. Onların kafasında öğretmen, öğretici değildir. Kendisinden önce bilgiye sahip olmuş ve kendisine lazım olan bilgiyi taşıyan şahıstır. Bunu yapanların zihniyeti, sadece bilginin peşinden gitmektir. Bilgi alındıktan sonra bilenin hiçbir önemi yoktur. Onlara göre, beyaz kâğıt üzerindeki yazı ile sahibinden alınmak istenen bilgi arasında hiçbir fark yoktur. Bilgi bir şekilde gelsin, nereden ve nasıl geldiğinin hiçbir önemi yoktur.

Bu, yalnızca öğretmenler ile alakalı bir durum da değildir. Bu durum bilginin bulunduğu her alana, acımasız ve ahlaksızca sirayet[8] etmiş bulunmaktadır. Böylesi doğrularla büyüyenler, dünyevi çıkarları uğruna, kendilerini müsait hale getiren İslam bilginlerini de maddiyat ile susturmak ya da tabiri caiz ise kullanmak isterler. “Şu mesele hakkında ne düşünüyorsunuz, acaba?” diye sorsalar, sorularının altında; “Çıkarlarıma uyacak şekilde cevap verirsen sen de memnun olursun.” iması vardır.

Bu sadece bizim ülkemize has bir durum değildir. Şu anki dünyanın kabul gördüğü öğretim sistemi ne yazık ki tamamen buna dayalıdır. Bu sistem, toplum içerisinden bilgili ama ahlaksız insanların çıkmasına sebep olmaya devam etmektedir. Çünkü böylesi insanlar, bilgiyi aldıkları kişiden yaşanması için almamışlardır. Belki ahlâk ile alâkalı kitap yazacak kadar bilgi sahibi olmuşlardır, fakat öğrendikleri metot yaşadıkları toplumun doğrusu kabul edildiği için ahlâk, yaşamları boyunca hiçbir zaman pratikleştirmeleri gerekmeyen söylemlerden biri olacaktır.

İslâm’da doğru bilgiye ulaşmak maksadı ile yüzlerce kilometre yürümeyi göze alan şahsiyetli zihniyet, yerini bu kör anlayışa bırakmıştır. Bu anlayışta olan insanlar için, kopya çekmek bile bir emektir. Aldığı bilgi doğruda olsa, alacağını düşündüğü metot yanlış olacaktır. Bu da, Ahlâk’ın oluşmaması için belirlenmiş bir sınır olmaktadır.

Bizlere hep aksi anlatılsa da insanoğlu, içinde bulunduğu her çağda bir öncekinden daha acımasız savaşlarda sahne almıştır. Bu savaşlarda esir alınanlar ise konumlarına göre hakarete, tartaklanmaya, işkencelere veya köle edilmeye maruz[9] kalırlar. Savaşan içinse savaş da esir alınmak, çoğu kez ölmekten daha zor bir durumdur.

Bedir Savaşı sonrasında esir alınmış müşrikleri düşünün…

Müslümanlar için ilk savaş ve ilk galibiyet.

Kim olsa bu zaferin üzerinden ne siyasetler, ne propagandalar, ne oyunlar yapardı, değil mi?

Fakat Peygamberimiz (a.s.m.) öyle düşünmüyordu…

“Esirlerin ellerini çözün”, “yediğinizden ve giydiğinizden verin” dedi. Bununla da yetinmedi. Esirlere müjde verdi. “Her okuma yazma bilen, on Müslüman’a okuma yazma öğretme şartı ile serbest olacaktır” dedi.

İşte doğru bilgi ve uygulanışı… İşte bilgiye ve bilene verilen değer…

Şimdi bize gelelim…

Biz savaş esirlerine, okuma-yazma öğretmeleri karşılığında özgürlüğüne kavuşturan Ümmî bir Peygamber’in, okuma-yazma bilmesine rağmen mafya olmaya özenen, öğreticisine değersiz bir gözle bakıp hakaretler eden “benim olsun da nasıl olursa olsun” diyen bir ümmeti olmuşuz. Siz söyleyin şimdi, İnsan bildiği kadar insan ise, öğrendikleri yaşamında hiç yok ise, o zaman biz neyiz acaba?

Batı toplumlarının icadı olan, sadece bilginin peşi süre gitmenin adı medenilik ise, Medine’deki bu ibretlik olayın adına ne demeli acaba?

Yazık bize…

Bilgiyi bilenden ayırınca bakın neler oldu. İnsanın insanlığından, geriye ne kaldı…

Gerektiğinde, talep edilen bilgi verilmediği zaman silahını çekip, seni vuran bir zihniyet… Onun için ben, asıl okuma-yazma bilmeyen, “bunlardır” diyorum. Bakmasını bile bilmeyen, nasıl okuyabilir ki…

Birde karşı cepheden, Bedir savaşı sonrasına bakalım… Esir alınmış ve çaresizlik içindesin. Hayatının son bulması an meselesi ve ölüme kadar devam edeceğini düşündüğün değersizlik içindesin. Karşındaki komutan okuma-yazma bile bilmeyen biri iken, okuma-yazmayı bilmen özgürlüğüne tekrar kavuşma sebebi oluyor. Bir hayat kurtardı, biliyor olmak. Hem de kendi hayatını. Bilgiden daha büyük hazine var mıymış sormak lazım, O zamanın esir düşen müşriklerine…

O zamanlar okuma-yazma bilmek, insanın hayatını kurtarıyordu, fakat bugün kendisini bile esir olmaktan kurtarmaya yetmiyor. Bugün, samimî olarak “Ahlâk, neden hızla bozuluyor?” sorusuna cevap arayanlar, “Ahlâksızlık” diye nitelendirdiğimiz meselelerin, bilgiyi bilenden ayırarak öğretim yapan toplumlarda “Özgürlük” diye tarif edildiklerini göreceklerdir. Bilgiyi alış fikri yanlış olunca dolayısı ile amacı da, kullanış maksadı da sağlıklı olmuyor. Para kazanmak için, makam sahibi olmak için, tarihe isimlerini altın harflerle kazıtmak için uğraşırlar, fakat yaptığımız insanlığın hayrına mıdır, insanlığıma bir şahsiyet katar mı, demezler. Bu anlam itibarî ile bahsettiğim mesele, toplumların oluşması ve ilerlemesindeki en temel unsurlardan biridir.

[7] Münafikun suresi, 4. Ayet

[8] Hastalık geçmek, bulaşmak

[9] Bir şeyin etkisi ya da baskısı altında kalmak