Bu yazıda cevabını bulacağınız sorular:

  • Allah’ın kullar üzerinde ki iradesi neleri kapsar?
  • İmtihanın şartları nelerdir?
  • İslam coğrafyasında doğmanın artısı, eksisi var mı?
  • Evlilik kader midir?
  • Sınav dünyası adil midir?
  • Allaha verdiğimiz sözü neden hatırlamıyoruz
  • Araf ehlinin suçu ne
  • Ruh, Nefis ve İdrak arasındaki ayrımlar nelerdir?

Önceki bölümde herkesin İslam olduğunu, kişinin kendisine ulaşan tebliği kabul edip etmemesine göre inancının başkalaştığını, bunu tarihsel süreci ile anlatmaya gayret ettik. Şimdi ise yine dini açıdan, dünyamızın insanlar için ne ifade etmesi gerektiğini irdeleyeceğiz.

Konu kapsadığı alan bakımından kişi, zaman ve mekâna göre çeşitli farklılıklar da gösterecektir. Olabildiğince kısa ve net ifade etmeye çalışacağız. Ve bunu açıklarken de zihinde oluşan birtakım soruların cevaplarına da temas edeceğiz. Böylece konumuz olan imtihan dünyası olarak tanımlanan bu yeri ana başlıkları ile izah etmiş bulanacağız. 

Asırların meselesi olarak tarihte yerini almış bulunan büyük sorulardan biri de iradedir. Allah ve kulun iradesi tanımları ve birbirleri ile olan ilişkileri ele alındığında karmaşık meseleler oluşturmaktadır. Bizim ele alacağımız yönü ise Allah’ın imtihan dünyasında kulun iradesine asla bırakmadığı kısımlardır. Gayemiz ise imtihanda ki konumumuzu daha doğru bileceğimiz gerçeğinden kaynaklanmaktadır. O halde bu alana giriş yapalım.

Bir ayeti kerimenin belirttiği üzere Allah, bizi kulluk etmek için yaratmıştır.

Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım. (51/56)

Ve yine başka ayetlere baktığımızda görüyoruz ki bu kulluk yalnızca bireysel ibadetlerle asla sınırlı değildir. Örnek vermek gerekirse Kim Allah için bir iyiliğe aracılık ederse, onun sevabından kendisi için bir pay vardır. Kim de kötülüğe aracılık ederse, onun da günahından ona bir pay düşer. Allah her şeyi görüp gözeten ve karşılığını verendir. (4/85)

Şu hâlde iyiliği, güzelliği, doğruluğu ya da salih ameli işlememiz için imkanımızın olması gerekmektedir. Örneğin maddi durumu olmayan birinin maddi, sağlıklı olmayan birinin ise bedensel yardım yapması pek mümkün değildir. Ve dahası bu imkânı biz belirlemiyoruz. Bunu kutsal kitap da destekler. Veren, alan, artıran, eksilten Allah azze ve celledir.

De ki: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın. Hayır ve iyilik senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.” (3/26)

Demek ki rabbimiz bize verdikleri ile bizi imtihan etmektedir. Veren o olduğuna göre… Bunu doğru anlamak için Allah’ın iradesi ile neyi takdir ettiğini bilmemiz gerekmektedir. Bizler nerede, ne zaman, nasıl, hangi cinsiyet ve kimlerin birleşimi sonucunda yani kadın-erkek ilişkisi olarak dünyaya geleceğimizi belirleyemiyoruz. Bu beş şeyi rabbimiz kendi iradesi ile takdir etti.

Örneğin Arjantin de 1875 yılında, fakir bir ailenin çocuğu ve kız olarak, Richard-Jessica ikilisi vesilesi ile dünyaya gelmek gibi…

Bu beş ana unsur hiç birimizin tercihi ile gerçekleşmemekte ve hepimiz bu aleme yukarıda belirtilen ayetler ile sabit olduğu üzere kulluk etmek, iyiyi ile kötüyü ayırt etmek, sâlih amel işlemek ve iman üzere ölmek üzere geldik.

Takdir edilmiş bulunan bu yaşamımızın içinde ise bir de olayları kavrayış yani idrak seviyemiz bulunmaktadır. Bu idrak seviyelerimiz aynı olmadığı içinde imkanlarımıza göre farklı sorumluluklar taşımaktadır. İşte şu hali ile imtihanımızı insan, imkân ve idraki nispetince mesuldür bu imtihan dünyasında desek yanlış ya da eksik bir tanım ortaya koymamış oluruz. Nitekim İslam tamamlanır iken bir takım para sahiplerinin de bugün yaptığı gibi ufak bir eylem ile hayır işleme girişimi ayeti kerime ile asla eşit kabul edilmeyeceği gözler önüne serilmiştir.

Yoksa siz, hacıları su vermeyi ve Mescid-i Haram’ı ziyaret edip tamir etmeyi, Allah’a ve Âhiret Günü’ne iman etmek ve Allah yolunda elden gelen gayreti göstermek ile eşdeğerde mi tutuyorsunuz? Allah’a göre bunlar birbirine eşdeğer değildirler. Ve Allah, zalim bir toplumu doğru yola yöneltmez. (9/19)

Zaten aksi mümkün olsa, -haşa- sınav adaletsiz olurdu. Oysa verdiğinden istemesi onun şanındandır.

Ne yazık ki bu anlayış günümüz İslam coğrafyasında yaşayanlarda bile kulluk ve sınav verme ilişkisine böyle bakılmadığı için zengin-fakir, erkek-dişi gibi türlü farklılıklar üzerinden İslam sorgulanır hale gelmektedir. Hiç Allah kulunu adaletsiz sınava tabi tutar mı? Peki ya o zaman bu ayrıcalıklara farklılıklara ne diyeceğiz nasıl tanımlayacağız. Allah kişiyi imkân ve idraki nispetince sorumlu olduğunu belirterek. Zira kimse içinde bulunduğu durumda ya da koşulda eşit değildir. Ama imkân ve idraki veren Allah, kulunu da verdiklerinden sorumlu tutarak adaletini tecelli ettirmektedir.

Bu durumu ayet ile delillendirmek gerekmektedir. Aksi takdirde adaletsiz olduğunu düşünen ve işi yaratıcıyı inkara kadar götürenleri haklı çıkarabilecek fitne yayabilecektir. Ve o ayet eşliğinde de yaratıcının takdirine boyun eğmek, yaşamının bu şartlar içerisinde uygun görüldüğü kanaati ile bireysel ya da sosyal kulluğun icabını yapmaya yönelmek çok daha şuurluca yapılacak bir davranış halini alacaktır. Ve pek tabi ana konumuz olan imtihan dünyasını da gözler önüne serecektir. İlk yazımız olan “İslam Sizin Dininizdir” yazımız ile de ilişkilendirerek ele alacağınızı düşünerek, ilgili ayeti açıklıyorum. 

Hani Rabbin Ademoğullarının sulbünden zürriyetlerini çıkarmış ve kendilerini nefislerine karşı şahit tutmuş “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da evet biz buna şahidiz” demişlerdi. Kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz. Veya Daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onların ardından gelen bir nesil idik. Bizi batıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin?” demeyesiniz. (7-172-173)

Ne yazık ki evrensel ölçekte bakılmadığından olsa gerek bu ayetin büyük bir çoğunluğa verdiği bilgi, oluşturduğu şu soru ile karşılık buluyor zihnimizde… “Neden verdiğimiz bu sözü biz hatırlamıyoruz.” Bundan sonraki açıklamalarımız bu sorunun da cevabı niteliğinde olacaktır fakat kısaca ifade etmek gerekirse çünkü biz şu anda bedeniz. Bedeni ise beyin/şuur kontrol etmektedir. Oysa ki bedenden ibaret değiliz. Anlayış olarak da olmamalıydık. Dünya yaşamının üzerimizde oluşturduğu tesirlerin neticesinde kendimizi yalnız böyle görmekten bu soruyu da hakkı ile cevaplandıramaz olduk.

Biz bir bedeniz, beden ile ilişkili bulunan bir nefsimiz var. Onun da varlığının farkındayız. Bir de o nefsi uyku ya da ölüm ile terk eden ruhumuz bulunmaktadır…

Bilimsel yönden izahat yaparsak, milyonlarca spermden hangisinin birinci geleceği bilinmektedir. O bedeni oluşturacak ve ayetin belirttiği ruha şahit olacak şekilde bir nefs olacaktır. Rasûlüm! Sana rûhun ne olduğunu soruyorlar. De ki: Rûh Rabbimin emrindedir…(17/85) Sonra hadisi şerif ile belirtilen 120 günlük iken o et parçasına görevli melek ruh üfleyecektir.

İbni Mes’ud radıyallahu anh dedi ki : Bize, doğru söyleyen, doğruluğu tasdik ve kabul edilmiş olan Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem haber verdi ve şöyle buyurdu : “Sizden birinizin yaratılışının başlangıcı, annesinin karnında kırk günde derlenir toplanır. Sonra ikinci kırk günlük süre içinde pıhtı haline döner. Sonra da bir o kadar zaman içinde bir parça et olur. Daha sonra Allah bir melek gönderir ve melek, ona ruh üfler. Bu melek dört şeyle; anne rahmindeki canlının rızkını, ecelini, amelini, iyi biri mi, yoksa kötü biri mi olacağını yazmakla emrolunur.” (Buhârî, Bed’ü’l-halk 6, Enbiya 1. Kader 1; Müslim, Kader 1. Ayrıca bk. Ebu Davud, Sünnet 16; Tirmizî, Kader 4; İbni Mace, Mukaddime 10)

Ve Ruh… Ayetlerin ifadesi ile rabbinin emrinde olduğu için her günlük sınav bitimi olan uyku ya da komple bitimi olan ölüm ile rabbinin yanına dönmektedir. Allah, ölümleri anında ruhları bedenlerden çekip alır. Henüz ölüm vakti gelmemiş olanların ruhlarını ise uyudukları sırada alır; sonra ölümüne hükmettiği kimselerin ruhlarını berzah âleminde tutar; diğerlerini de belirlenmiş bir süreye kadar yaşamaları için serbest bırakır. Elbette bunda, etraflıca ve sistemlice düşünen bir toplum için nice dersler ve ibretler vardır. (39/42)

O halde geriye kalan tek şey nefsimizdir. İncelediğimiz 7/172-173. ayetlerde kibu sözü nefis hatırlamalıdır. Bizler ise şuur içinde nefsimizin varlığını bilmekteyiz. Eğer sadece nefsin varlığını değil kendisini de hakkı ile tanımış bilmiş olsak o zaman verilen ve kıyamet günü uzuvların şahitliği eşliğinde sorgulanacak olan nefsinde hatırlamak istemediği bu sözü hatırlar idik.

Ayetin tüm nesillerin oluşturacağı zürriyetlerin belirli olması dehşet niteliği barındıran bir durumdur. Bu kimin kimden çocuğu olacağının evvelce belirli olduğu anlamına geldiği gibi evliliğinde belirli bir kader olduğu sonucunu gözler önüne sermektedir.

Uyku ve ölüm ile bedenden ayrılan ruhumuz Allah’ın emri ile hareket etmektedir. Nefis ise bedene dahil olan yapısı ile ruhun ayrılması sonrasında kendi tabiatı ile görüntüler oluşturarak rüya dediğimiz sanrılar oluşturmaktadır. Bunun için rüya üç çeşit ele alınmaktadır. Gün içinde maruz kaldığı psikolojik bir etkilenme, rahmani ve şeytani olarak. Bunların üçüne de nefis muhatap olmaktadır. Zaten bir başka hadisin ifadesi ile ölüme kadar her uyku da bedenimizden ayrılan asıl olan kendimizi yani ruhu da ana rahminde 120 günlük et parçası iken görevli melek vesilesi ile dahil edilmektedir. Bu da ruhun o bedene üflenerek sınavını verdiğini, bunun için uyku esnasında sınava dahil olmadığını, bedenin ise nefis ile ilişkisinin ebeveyn yolu ile ademoğullarına kadar süren belirli bir takdir olduğunu ruhun ve nefsin birbirlerini evvelce orada birbirlerine şahit kılınması sureti ile yaratıcının rububiyetine yani rab hakikatine olan şahitliği mana bulmaktadır.  

“… Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur, mülk O’nundur. O’ndan başka İlah yoktur. Buna rağmen nasıl çevriliyorsunuz?” (Zümer Suresi, 6)

Eğer bu şahitlik böyle olmasa ve hatta bedenen olsa yalnız hatırlamıyor oluşumuz değil araf ehlinin varlığı da tartışma konusu olmaktadır. Zira biz verdiğimiz sözü hatırlamasak bile onların sözün verildiği rab ile ilişkisi bulunmamaktadır.

Bedenin eğitilmesi söz konusu değil, ruh rabbin emrinde o da değil o halde şahit olan ve çeşitli halleri ayetlerle haber verilen nefsin burada muhatap olması makul olması gerekmektedir. Nefsin belirli çalışmalar ile farklı anılan hallere bürünmesi de sınavın ana gayesinin nefis ile ilgili olduğunu gözler önüne sermektedir. O halde nefsin bu şahitlikten haberi var mıdır? Ruh ile beraber karşılaştıkları ve rab tealanın şehadetinin bir belirtisi bedenlerimizde bulunmakta mıdır. Bedenin kontrol mekanizması olan akılın nefisden haberi olduğu aşikardır.

Esasen insan altı alemi yaşayacaktır. Ruhlar, Rahim, Dünya, Kabir, Mahşer, Ahiret âlemi

Ve şu anda hayatta bulunanları üçüncü alemdedir. Bu alem hayy isminin tecellisi içinde var olup, secde halinden başka bir şey bilmeyen ruhların rahimlerden bedeni sureti üzere gelmektedir. Yani her önceki alemden bir sonrakine tesirler içinde kalarak geçmektedir. Fakat bunun izahı yeri burası olmadığı için kısa bir misal ile özetlemek istedik. Her insan özel ve genel olmak üzere geçmişinden tesirler taşır.

O halde şu çıkarımda bulunmama müsaade edin ki; Tüm ademoğullarının sulbünden meydana gelecek dış sureti beden olan nefisler ayetin belirttiği anda belirlendi. Ruhlarımız yani kendimiz bu nefislere şahitlik etmek sureti ile rabbimizin yanına dönüp 39/42. ayetinde belirtildiği gibi ölene kadar uyku yolu ile ölümümüz ile birlikte ise tamamen onun emrinde hareket etmektedir. Beden elbisesi topraktan imal edilmiş olup kendi varlığımızda özü oluşturmamaktadır. Zira cennette geçen insan tasvirlerinde bu durum soyut olarak haber verilmektedir. Şu an ki zannımız üzere olsak ayetlerde bahsedilen huriler ile de tül gibi ve ruhani olmalarından dolayı münasebet kurmak makul olmazdı.

“Ölüm ve hayat kulların imtihan edilmeleri içindir:

       Allah Teâlâ gökleri, yeri, ölümü, hayatı, ancak kullarını imtihan etmek için yaratmış ve yine yeryüzünü, üzerinde bulunanlarla kullarını denemek için süsledi ki, O’nu ve katındakileri isteyenlerle, dünyayı ve onun süsünü isteyenleri bilip ortaya çıkarsın.

       “O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için, Arş’ı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde yaratandır.” (11/7) Ve imtihan dünyasını da ziynete benzetmektedir.

       “Biz, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi dünyanın kendine mahsus bir ziynet yaptık:” (18/7)

       “O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.” 67/ 2

       “Her canlı, ölümü tadacaktır. Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (21/35)

       İnsanlar kendilerine peygamber gönderildiğinde iki şey arasında kalırlar. Onlar ya iman ettim der ya da inanmaz kötülük ve küfrüne devam eder. Bu durum ilk yazımızda ifade ettiğimiz gibi irade sahibi olan insanı işittim kabul etmiyorum ya da işittim kabul ediyorum gibi bir tercihe yöneltir.

Bunlardan her ikisinin de imtihan edilmesi gerekir.

       Allah Teâlâ’nın iman ettim diyeni inandım dediği sözünde doğru mudur yalancı mıdır diye belâlarla imtihan etmesi kaçınılmaz bir husustur.

       Bu imtihan neticesinde eğer yalancı birisi ise, Allah’ın azabından kaçar gibi imtihandan kaçar ve topuklan üzere gerisin geriye küfre döner.

       Eğer doğru biriyse, belâ ve imtihan onun imanını artırmaktan başka bir şey yapmaz. Allah Teâlâ:

       İnanmayan kişi de ahirette ateşle imtihan edilir. Bu, iki imtihanın en büyüğüdür. Şayet o inanmayan kişi, dünyanın azabından, musibetlerinden, Allah ve Resûlü’ne tâbi olmayıp isyan edenlerin başına gelen cezadan kurtulsa da bu dünyada berzahta ve kıyamette herkes için olacak mihnet ve meşakkatten kurtulamaz.

       Ancak mü’minin mihnet ve belâsı daha hafif ve kolay olacaktır. Çünkü Allah mü’minden imanı sebebiyle belâyı uzaklaştırır. Ve onu sabır, sebat, rıza ve teslimiyet gibi vasıflarla rızıklandırarak onun sıkıntılarını basitleştirir.

“Kâfirin, münafığın ve günahkârın mihnet ve belâsını ise, şiddetlendirip devamlı yapacaktır. Mü’minin sıkıntısı hafif ve geçici iken kâfirin, münafığın, günahkârın sıkıntısı şiddetli ve sürekli olacaktır. İnansın inanmasın herkes için sıkıntı ve acı kaçınılmazdır. Fakat mü’mine başlangıçta dünyada bir elem olsa da sonrasında hem dünyanın hem de ahiretin hayırlı sonu onun olacaktır. Kâfir, münafık ve günahkâr dünyada çeşitli nimet ve lezzetlere kavuşursa da bunlar daha o dünyadayken eleme dönüşür. Öyleyse hiç kimse mihnet ve elemden sanmasın.

Tüm anlatımlarımızın mana bulması ve ilgili ayetleri doğru anlayabilmek için son sözü rabbimizin kelamına bırakarak yazımızı sonlandıralım. 

Elif Lâm Mîm. İnsanlar, “İnandık” demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler. Andolsun, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allah, doğru söyleyenleri de mutlaka bilir, yalancıları da mutlaka bilir. Yoksa kötülük yapanlar, bizden kaçıp kurtulacaklarını mı sandılar. Ne kötü hükmediyorlar! Her kim Allah’a kavuşmayı umarsa, bilsin ki Allah’ın tayin ettiği o vakit elbette gelecektir. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. Her kim cihad ederse, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlere muhtaç değildir. İman edip salih amel işleyenlerin kötülüklerini elbette örteceğiz. Onları işlediklerinin daha güzeliyle mükâfatlandıracağız. Biz, insana, ana-babasına iyilik etmesini emrettik. Şâyet onlar seni, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu takdirde onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak bana olacaktır ve ben yapmakta olduklarınızı size haber vereceğim. İman edip de salih amel işleyenler var ya, biz onları mutlaka salihler (iyiler) arasına sokacağız. İnsanlardan öyleleri vardır ki, “Allah’a inandık” derler. Ama Allah uğrunda bir ezaya uğratılınca, insanlardan gördükleri baskı ve işkenceyi Allah’ın azabı gibi tutar. Andolsun, Rabbinden bir yardım gelecek olsa mutlaka, “Biz de sizinle beraberdik” derler. Allah, herkesin kalbinde olanı en iyi bilen değil midir? (29/1-10)