İsimleri mi, giyecekleri mi, söyledikleri mi, dilleri mi, ülkeleri mi, ırkları mı, hangisidir?

İsimlerinin Robert ya da Abdullah oluşu mu?

Giydiklerinin ceket ya da cübbe oluşu mu?

Söylemlerinin kibar ya da kaba oluşu mu?

Dillerinin Arapça ya da İngilizce oluşu mu?

Ülkelerinin Suudi Arabistan ya da Amerika oluşu mu?

Irklarının Türk veya Rum oluşu mu? …

Hangisi bizi Müslüman mı, kâfir mi oldukları konusunda doğru bilgiye götürür? İsmi Robert olup da çok iyi niyetli birileri varken, Abdullah olup da tefecilik ya da zina eden birileri de bulunabilir. Pardesu giyip de ahlaki yozlaşmalara maruz kalmayan birileri mevcut iken, Ebu Leheb[280] ya da Ebu Cehil[281] lakabını almış kâfirler ise cübbe giymişlerdir. Dünya medyasında, kibar konuşma konusunda uzmanlaşmış şaklabanlar görmekle beraber, sert üslupları ile doğru inancını aktarıp, kitleleri bilgilendiren ilim ehli insanları da biliyoruz. Tüm zamanlarda, Arapça bilip de kâfir olanlar mevcut iken, İngilizce bilip de müslüman olanlar da sıkça duyulmuştur. Hiçbir ülkeye has bir inanç oluşmadığı gibi aksine inançlar, ülkeler doğurmuştur. Irk olarak Türk’ün bugün olsun, geçmiş zamanda olsun Müslümanı, Hristiyanı ve Ateisti bulunmakla beraber, Rumların da tarihlerine indiğimizde her inançtan insanın var olduğunu görebilmekteyiz. Bu veriler bizlere ırk, renk ya da dilin, insanların inancını tespit etmek için yeterli sebep oluşturmadığını göstermektedir. Açıklayıcı olmak için ve diğer bütün özellikleri kapsadığı için, ırk konusu üzerinde biraz duracağız.

Irk, kalıtımsal yoluyla ortak fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip olan insanlar topluluğuna denilmektedir. Bu topluluklar belirli bir alan içerisinde isim, giyim-kuşam, lehçe ya da dil gibi kendi değerlerini oluşturarak, bağlı bulundukları kültür dâhilinde yaşam sürdürürler. Cehaletlerinden ötürü, kültürün zenginliğini üstünlüğe yoranlar, ırkçılık yapmaktadırlar.

Örneğin bir İskoç erkeğini, kendisine hediye edilmiş olan kiltiyi[282] giymek mutlu eder. Türk ırkından olan bir erkek için, çoğu zaman bunu teklif etmek bile cinayet sebebi olur. Eteği ortaya koyduğumuzda, bunu giymek ya da giymemek üstünlük sebebi olamaz. Arap ırkının giydiği fistanı bir Eskimo’ya teklif etmek, eziyettir. Eskimo’nun elbiselerini Arap’a giydirmekse, belki de ölümüne sebep olacaktır. Çünkü giyim tarzları, yaşanılan coğrafyanın iklimiyle uyum içerisindedir.

Bir ırkı diğer ırklardan ayırıcı özellik taşıyan giysi gibi metalar üstünlük sebebi olamaz. Bir insanın parmak izi bile bir diğeriyle aynı değilken, hangi ayırıcı unsur bir topluluğu diğerinden üstün kılabilir?… Temele inildiğinde, toplulukların aynı soydan gelmiş oldukları bellidir. Tüm insanlık nesli Âdem (a.s.) ile başlar, Nuh (a.s.) ile devam eder, evlatları Sam, Yafes ve Ham kanalı ile de insanlar çoğalmaya başlar. Zaman içinde sosyolojik, ekonomik veya jeolojik sebeplerden dolayı birbirlerinden ayrılarak, farklı soyları meydana getirirler. Yüzyıllar sonra çıkıp da, “Ben falanca ırktanım, sen değilsin.” zihniyetiyle kâfir-Müslüman ayrımı yapmak, kabulü zor bir olaydır. Yaratıcıya inanan birileri tarafından benimsenip kabul gören üstün bir ırk varsa, bu ırkın üstün olmasını Allah’ın dilemiş olduğu şeklinde bir düşünce çıkar ki, hâşâ bu Allah’a karşı yapılmış büyük bir iftira olur. Çünkü kimin, ne zaman, nerede doğduğunu ve hangi soydan olduğunu belirleyen Allah (c.c.)’tır. Japon olarak yaratıldığım için üstün, Arap olarak yaratıldığım için aşağı olacaksam, bunu takdir eden bir yaratıcı olacağı için bu durum, üstünlüğü de alçaklığı da tayin edenin Allah olduğu manasına gelir. Bu ise hâşâ Allah’ın “el-Adl”, yani adalet sıfatına ters düşeceğinden iftira olur. Bu mesele çağımızın en büyük kitlesel sorunudur. Yaşantımızın ilk dönemi ile başlayan bu taraflılık, ırkçılığın benimsemesi ile son safhasını girmektedir. Bu taraflılık aşağı mahalle-yukarı mahalle, senin takımın-benim takımım, senin memleketin-benim memleketim, senin soyun-benim soyum ve en son olarak da senin ırkın-benim ırkım şekillerinde tezahür[283] etmektedir. Bu anlayışın varlığında oluşan taraf tutma ve savunma mekanizması da insanı geri dönüşü olmayan bir neticeye getirmektedir. Tüm dünya yakın zamanda Alman ırkının üstünlük iddiasının sonuçlarını oldukça iyi öğrenmiştir. İnsanlık âleminde adaletli olarak bu meseleyi çözen tek düşünce yine İslam dinidir. İslam’da, ırkçılık neticesinde ayrımcılık, hizipçilik, savaşlar, esaretler v.b… gibi durumların oluşmaması için, üstünlüğün ancak takvada olması ve insanlara ırkları ile değil, inançları ile muamele yapılması emredilmiştir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır.[284]

Takva korkma, sakınma, Allah korkusuyla günahlardan kaçınma, Allah’ın emir ve yasaklarına uymakta titizlik göstermek demektir. Bu şekilde titiz davranan insana ise “muttaki” denilir.[285] Takva, yüce Allah’ın inanan kulları için işaret buyurduğu toplanma ve yardımlaşma noktasıdır. Kur’an-ı Kerim’de bir başka ayeti kerimede: “İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşma da yardımlaşmayın” [286] diye, takvanın sosyal anlamda geniş bir mana ifade ettiği de bildirilmiştir. Temel olarak takvanın kalbe dayanan manevi bir duygu olduğunu ve sosyal hayatın her alanında geniş bir yer kapladığını Allah’ın Resulü şu şekilde açıklamıştır.

Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Birbirinize haset etmeyin. Kendiniz almak istemediğiniz halde diğerini zarara sokmak için bir malı medh edip fiyatını artırma yarışına kalkışmayın. Birbirinize buğz etmeyin. Birbirinize yüz çevirip arka dönmeyin. Sizden bazınız diğer bazınızın alış verişi üzerine alış verişe girişmesin. Ey Allah’ın kulları! Birbirinizle kardeşler olunuz. Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Müslüman, Müslüman’a zulmetmez. Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız ve yardımcısız bırakmaz. Onu hor ve hakir görmez. Takva işte budur.” Resulullah (s.a.v.) “takva işte budur.” sözünü üç defa tekrarlamış ve her seferinde de eli ile göğsüne işaret etmiştir.[287]

 İnsanlık tarihinde yaşanan dramların da kökünden çözülmesini sağlayan tek formül budur. Bu formülün karşısında Yahudi zihniyeti vardır. Kuran-ı Kerim, kendilerini üstün ırk kabul ettikleri için dünya hayatında her şeyi mubah görüp ahiret hayatında ise azaba uğramayacakları iddiasında bulunan Yahudileri bir zihniyet olarak kabul ederek, onlara meydan okumaktadır.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

(Üstünlük iddialarından dolayı) Dediler ki: “Sayılı günlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir.” De ki: “Allah Katından bir ahid mi aldınız? -ki Allah asla ahdinden dönmez- Yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?” [288] Eğer siz, insanlardan ayrı olarak yalnızca sizlerin gerçekten Allah’ın velileri (dost ve sevgili kulları) olduğunuzu öne sürüyorsanız, şu halde ölümü temenni edin; eğer doğru sözlü iseniz (bunu çekinmeden yapın).[289]

Yanlış anlaşılmasın. Bu demek değildir ki, İslam’da soy-sop meselesinin önemi yoktur. Üstünlüğü ırka izafe[290] etmek yoktur. Çünkü üstünlük yalnızca Allah’a aittir. Üstünlük derecelendirmesi ise takva üzerinden olmaktadır. Bununla birlikte İslam’da kendi soyunu dünyevi bir sebepten ötürü inkâr eden tekfir[291] olunur. Kişi haksızlığa, saldırıya, zulme maruz kaldığında kendisini gereken şekli ile savunması gerekir. Allah Resulü (s.a.v.) bu düşünceden dönülmedikçe tövbenin ve şehadetin kabul edilmeyeceğini bildirmiş, böylelerine de beddua etmiştir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şöyle buyurmuşlardır:

Kendisini babasından başkasına isnad eden kişi veya efendisinden başkasına nispet eden köle, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetine uğrasın! Allah öylelerinin ne tövbe ve nafilesini, ne de fidye ve farizasını kabul eder! [292]

Bunun için ırkçılık yapmanın ya da kendi ırkını inkâr etmenin İslam dini ile bağdaşır bir yanı bulunmamaktadır. Herkes nesline sahip çıkmalı, üstünlüğü ise Allah’a vererek takvalı bir yaşam içerisine girmelidir. Diller, isimler, ülkeler, ırklar insanı Müslümanlığa tek başına götürmezler ve kişilere bunlardan kaynaklı üstünlük atfedilmesi inanç dışı davranışlardandır. Çünkü kâfir ile Müslüman’ı birbirinden ayıran şey hayat içerisindeki bilgi ve yaşamsal alandaki davranışlardır. İnsanın kâfirliğine ya da Müslümanlığına işaret eden tarafı bilgisi ve davranışları olmadıktan sonra, aynı gezegende yaşayıp aynı şeyleri yiyip içmemize, aynı şeyleri sevip aynı havayı solumamıza, hatta aynı soydan gelmemize rağmen neden birilerimiz cennete birilerimiz cehenneme gitmeye layık olsun ki…

Allah (c.c.) kâfirleri sevmez, Müslümanları sever. Kâfirleri kesinlikle affetmeyecektir, umulur ki Müslümanları af edecektir. Gaflete düşme ihtimali var oluğundan, ecel gelmeden önce çok iyi düşünülüp karar verilmesi gerekmektedir. Zira tamamlanmış bir din mevcut olduğu için, hala Allah’ın sevmediği kullardan birisi iseniz dönüşü olmayan bir yola girmek üzeresiniz demektir. Ben Allah (c.c.)’a inandım, diyen bir Müslüman bir kâfir kadar dininin emirlerinden habersiz ise ve bu Müslüman’ın yaratıcısı ile ilişkileri kâfirinki kadar bozuk ise, neden bu dünyada ya da ahirette farklı muamele görsün ki! İnandım demekle her şey bitmiş olsaydı, müşrik olduğundan habersiz olan insanlara şuursuz değil, akılsız dememiz gerekirdi.

Peygamber Efendimizin amcası olan Ebu Leheb[293] mesela- “Yeğenime Allah tarafından peygamberlik gelmiş!” diyerek soyunun üstünlüğünü yedi düvele duyurması gerekirken- neden son anına kadar karşı tarafta mücadele etti? Bugün birçok cahil Müslüman’ın dini anladığı şekli ile o da Kelime-i Şehadet getirip, sonra ne yapmak istiyorsa yine onu yapabilirdi. Aklına mı gelmedi yoksa ahmak mıydı acaba? Yaşam içindeki ret ve kabullerini inançlarına göre ayarlamayan insanlar, İslam’ı sadece bir kabulden ibaret zannettikleri için, Ebu Leheb’in İslam’ı tercih etmeyişini de ahmaklık olarak nitelendirebilirler. Gerçek ise hiç de öyle değildir. O, neye davet edildiğini çok iyi biliyordu ve kendi çıkarı için bunu kabul etmedi. O, İslam’ın haram dediğini helal sayıp yine de kendini inançlı görenler gibi yaklaşmıyordu İslam’a. Bizler neye davet edildiğini bilenlere âlim muamelesi yaparken, Ebu Leheb neye davet edildiğini bilmesine rağmen iman etmedi. Çünkü nefis, makam ve rızık endişesi vardı. Gaflette olan müslümanlar ise bunları hep inançlarından ayrı bir mesele olarak ele aldılar. Ebu Leheb davet edildiği İslam’ın içerisinde rahatça hareket edemeyecekti, nefsine konulmuş sınırlar vardı. Onun nefsi ise sürekli olarak kurallarını kendi belirlerdi. Üstün ve şerefli bir kabilesi olduğunu iddia etmesi bile yasaktı. O ise makamını buna borçluydu. İlahların hepsini reddedip, Allah’ı bir ilah olarak kabul etmesi gerekiyordu. O ise rızkının bundan zarar göreceğini düşünüyordu. İşte bunun gibi sebeplerden dolayı Ebu Leheb iman etmemeyi uygun gördü. Hazır yeri gelmişken, biz en son ne zaman makam sevgisi, rızk endişesi ve nefis muhasebesi yaptık acaba?

Hiç kimseyi Ebu Leheb ile kıyaslama çabamız yoktur, olmaz da. Biz inanmak ile inancı yaşamak arasındaki ince çizgiden bahsediyor ve bunun önemini anlatmaya gayret ediyoruz. Davetin içeriğini bilmemesine rağmen daveti kabul edenlerin ve bilmesine rağmen kabul etmeyenlerin bu eylemlerinin sebeplerini inceliyoruz. Bu anlatımın sonunda en güzel cevabı, “iman ettim” ile “müslüman oldum” arasındaki farka dikkat çeken ayeti kerime verecektir.

ALLAH ( c.c) şöyle buyuruyor:

Dediler ki: “İman ettik.” De ki: “Siz iman etmediniz; ancak İslam (Müslüman) olduk” deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resulü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan,  çok esirgeyendir.[294]

Ayete dikkatle baktığımızda, Allah’a (c.c) gerçek inananlardan olmak için, yalnızca iman ettik demenin kâfi olmadığını, iman ile beraber Allah’a ve Resulü’ne itaat şartı bulunduğunu görmekteyiz. Yani imanın bağlayıcı unsurunun itaat olduğu haber veriliyor. Ayette son olarak, itaat etmemiz halinde amellerimizden hiçbir şeyin eksiltilmeyeceği vurgulanıyor.

Amellerimiz, Allah’ın rızasına uygun olan bütün eylemlerimizdir. Bu dünyada yaptıklarımızın karşılığını mahşer yerinde görmeyi umut ederek gerçekleştiririz eylemlerimizi. Dünya hayatında kimi zaman biraz acı çekeriz, kimi zaman da karşılığında nankörlük buluruz fakat biz onu, Allah’ın rızasını kazanmak gayesi taşıdığımızdan, sevap gözetmek maksadı ile hiç durmadan yine yapmaya devam ederiz. Her bir eylemimiz, Ahiret hayatındaki kul karnemize not olarak işleyecektir.

Ayetin itaat şartına bağlı olması halinde amellerimizin eksilmeyecek oluşunu haber vermesi, itaatsiz bulunduğumuzda amellerimizin eksileceği anlamını taşımaktadır. Bu durumda neler olacağını düşünmek bile oldukça can sıkıcıdır. Bunu en iyi şekilde öğrenmek için cevap bulunması gereken sorular bulunmaktadır. “Kimin amelleri boşa çıkar? Ameller neden boşa çıkar? Amellerin boşa gideceği davranışlar nelerdir? Amellerin boşa gitmemesi için neler yapılması gerekmektedir?” Bizlere bu soruların cevaplarını en güzel biçimde yine Kuran-ı Kerim vermektedir:

Kimin amelleri boşa çıkar?

Onlar ki inkâr ettiler ve Allah’ın yolundan alıkoydular, (işte Allah da) onların amellerini giderip-boşa çıkarmıştır.[295] Ve onlar ki kâfirdirler. Artık onlar helâke maruzdurlar. Ve onların amellerini (Allah) boşa çıkardı. [296]

Ameller neden boşa çıkar?

Allah’ı gazaplandıran şeye uydular ve O’nu razı edecek şeyleri çirkin karşıladılar; bundan dolayı (Allah,) amellerini boşa çıkardı. [297] İşte böyle; çünkü onlar, Allah’ın indirdiğini çirkin (kerih) gördüler, bundan dolayı, O da, onların amellerini boşa çıkardı. [298]

Amellerin boşa gideceği davranışlar nelerdir?

Allah’ın yolundan alıkoyanlar ve kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra elçiye karşı gelip zorluk çıkaranlar, kesin olarak Allah’a hiçbir şeyle zarar veremezler. (Allah,) Onların amellerini boşa çıkaracaktır. [299]

Amellerin boşa gitmemesi için ne yapılması gerekmektedir?

Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Resûl’e itaat edin ve kendi amellerinizi geçersiz kılmayın.[300]

Amellerin boşa çıkması aynı zamanda Müslüman bir insanın din dairesi dışına çıkması anlamına gelmektedir. İnkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanların bir arada anılması bizlere bu delili vermektedir. Bununla birlikte ayet Müslüman’ın kâfir, kâfirin de bir gün Müslüman olabileceğini, bunların bilgiye ve yaşamsal alanda ki davranışlara bağlı olduğunu bizlere hatırlatmaktadır.

Ahiret hayatında zaten bir ayrıma tabi tutulacak olmamıza rağmen, dünya hayatında da “Mümin ve kâfir” ayrımının yapılması, mümin insanın kimlik oluşturması için gereklidir. Bireysel ya da toplumsal olarak dostunu ve düşmanını tanımayan, siyasi ve ekonomik alanlarda da refaha ulaşamaz,  çünkü kâfirler düşmandırlar. Allah’ın yolundan alıkoyan düşmanların bir kısmı, amaçlarına ulaşana kadar gerçek yüzlerini göstermezler. Müslüman tarafından kimlikleri teşhis edilmediğinde ise hayatın her alanında dost görünerek, doğru yoldan çevirme gayelerine devam edeceklerdir. Onların dost olmadığını, amaçlarının ise yalnızca sıkıntı vermek olduğunu Kuran- Kerim şu şekilde haber vermektedir.

ALLAH ( c.c) şöyle buyuruyor:

Ey iman edenler, sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz.[301]

Toplumdaki ikili ilişkiler neticesinde başka Müslümanların zararına da hizmet ediyor olabilirsiniz. Bunun için düşmanı tanımak, aynı anda dosta da sahip çıkmak demektir. Düşmanını tespit edemeyen dostunu iyi seçemeyeceği gibi, dostunu Kuran-ı Kerim’e göre belirlemeyen de hiçbir zaman düşmanını tespit edemez. Aklın yönlendirmeleri konusunu işlerken “dost seçimi” başlıklı bölümde meseleye dair yeteri kadar açıklama yapıldığı için burada bitirmeyi uygun buluyoruz. Müslüman, Allah’a hissesiz itaat eden, Resulünün sünnetlerini ihya eden, içinde bulunduğu nimetlere şükredendir. Cenneti bildiği halde onu kazanma şartlarını yerine getirmeyen, cehennemi bildiği halde ondan sakındıracak davranışlarda bulunmayan, şeytanın dini olan nefis ile hiç bir mücadele içerisine girmeyen insanın imanını tartmak lazım. Böyle bir yaşam sürdürülmedikten sonra “Ben Müslüman’ım.” demek, gaflet[302] içinde ancak sözde bir “İslam” yaşanılabilir demektir. Oysa İslam “teslim olmak” anlamına gelmektedir.

Allah’ı bildik, hissesiz itaat etmedik

Resulü bildik, sünnetlerini ihya etmedik

Nimetleri bildik, şükrünü eda etmedik

Her şeye rağmen, biz müslümanız dedik…

Cenneti bildik, talep etmedik

Ateşi bildik, ondan çekinmedik

Şeytanı bildik, mücadeleye girmedik

Her şeye rağmen, biz müslümanız dedik…

Fani dünya dedik, hep mal topladık

Ölenleri gördük, bir ibret almadık

Aramızda çekiştik, hiç dini sormadık

Her şeye rağmen, biz müslümanız dedik…

[280] Alevin babası

[281] Cehaletin babası

[282] İskoç erkeklerinin giydiği etek çeşidi

[283] Belirme, görünme, gözükme, ortaya çıkma, oluşma

[284] Hucurat suresi, 13. Ayet

[285] Ragıp el-İsfahânî, el-müfredat fi Caribi’l-Kur’an, Mısır 1961, syf. 530

[286] Maide suresi, 2.ayet

[287] Müslim; Birr, 32; Tırmizi; Birr, 18; Ahmed b. Hanbel, II, syf.325

[288] Bakara suresi, 80. Ayet

[289] Cuma suresi, 6. Ayet

[290] Bağlamak, yüklemek, mal etmek

[291] Kâfir olarak kabul edilme

[292] İbni ishak, c. 4, s. 253, ibni Abdi Rabbih, c. 4, syf. 58

[293] Asıl adı, Abduluzzâ b. Abdulmuttalib b. Haşim’dir. İsminin küfrü mucipliğinden ötürü, hak ettiği sıfatı ile anmayı tercih ettik. Her şeye rağmen, put olan uzza’nın değil, Allah’ın kuludur.

[294] Hucurat suresi, 14. Ayet

[295] Muhammed suresi, 1. Ayet

[296] Muhammed suresi, 8. Ayet

[297] Muhammed suresi, 28. Ayet

[298] Muhammed suresi, 9. Ayet

[299] Muhammed suresi, 32. Ayet

[300] Muhammed suresi, 33. Ayet

[301] Ali İmran suresi, 118. Ayet

[302] Dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık, nefsine uyarak Allah’ı ve emirlerini unutmak