Nefsin tanımı ise çok anlamlılık taşır. Hayat, can ve zat’ı gibi manaları vardır. Detayına girmek bizi anlatım amacımızdan bir hayli uzaklaştıracağı için, kısaca nefsin sıfatlarını yedi şekilde tanımlayalım.

1. Nefsi emmâre     (emreden nefis)

2. Nefsi levvâme    (kınayan nefis)

3. Nefsi mülhime     (ilham eden nefis)

4. Nefsi mutmaine     (tatmin olan nefis)

5. Nefsi raziyye     (razı olan nefis)

6. Nefsi merziyye      (razı olunan nefis)

7. Nefsi safiye     (arınmış nefis)

1- Nefs-i Emmâre: Sürekli olarak kötü işleri emreden nefis demektir. Kötü işleri güzel görür, kalbi devamlı o tarafa çeker. Keyfini, şehvetini ve rahatını düşünür. Amacı için helal-haram diye bir sınır tanımaz, her yolu mubah görür.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Hiç şüphesiz nefis devamlı kötülüğü emreder. Rabbimin acıyıp korudukları müstesna[48]

2- Nefs-i Levvâme: İşlediği kötülükleri önce zevk alıp yapsa da sonrasında pişman olur, kendisini kınar, yapmamak için karar verir. Bunun için nefsin bu sıfatına Kendini kınayan, kötüleyen, nefis denir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Kıyamet gününe ve devamlı kendini kınayan nefse yemin ederim ki[49]

3-Nefs-i Mülhime: Kendisine ilham edilmiş nefis anlamına gelir. İlham yolu ile kalbinin sesine uyar. İyi ve kötüyü seçer.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

(Andolsun) Nefse ve ona “bir düzen içinde biçim verene” sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene.[50]

4-Nefs-i Mutmainne: Huzur bulmuş, şek ve şüphesi gitmiş, tatmin olmuş nefis demektir. Kalpten gelen huzur ile birlikte bütün ilahi emirlere sevgi ile uyar. Yalnız Yüce Allah’ın rızasını hedef alır. O’na teslim olur. İtaati kesintisiz ve süreklidir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Ey mutmain olmuş (Allah ile huzur ve sükûna ulaşmış) nefs! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. Gir salih kullarımın arasına; gir cennetime.[51]

5-Nefs-i Râziyye: Bu sıfata ulaşan nefis, Yüce Allah’ın iradesine kendisini teslim eder. O’nun için sever, O’nun için kızar, O’nun için yaşar. Acı tatlı her şeyde ilahi rızayı arar, edebi korur. Herkese rahmet olur, kimseye sıkıntı vermez. İnsanlara şefkat gözüyle bakar.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altından ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.[52]

6-Nefs-i Merziyye: Yüce Allah’ın kendisinden razı olduğu nefistir. Bu nefis sahibi, öylesine terbiye olmuştur ki, ne yaparsa Allah’ın rızasına uygundur.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

İman edip salih amellerde bulunanlar ise; işte onlar yaratılmışların en hayırlılarıdır. Rableri katında onların ödülleri, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah, onlardan razı olmuştur, kendileri de O’ndan razı (hoşnut, memnun) kalmışlardır. İşte bu, Rabbinden “içi titreyerek korku duyan kimse” içindir.[53]

7-Nefs-i Safiye: Kâmil, olgun, tertemiz, safi nefis demektir. Bu makamdaki nefis sahipleri, Allah’ın en seçkin, en has kullarıdır.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Müminler gerçekten felah bulmuştur. Onlar namazlarında huşu içinde olanlardır. Onlar,“tümüyle boş” şeylerden yüz çevirenlerdir. Onlar, zekâta ilişkin (söz ve görevlerini mutlaka) yerine getirenlerdir. Ve onlar ırzlarını koruyanlardır. Ancak eşleri ya da sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç; bu konuda kınanmış değillerdir. Fakat kim bundan ötesini ararsa, artık onlar sınırı çiğneyenlerdir. (Yine) Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir. Onlar, namazlarını da (titizlikle) koruyanlardır. İşte (yeryüzünün hâkimiyetine ve ahiretin nimetlerine) varis olacak onlardır.[54]

Nefsin sıfatlarını yüzeysel olarak işledikten sonra, bizim üzerinde duracağımız dalı Nefsi Emmare’dir. Bu nefis, kendi sözünün saygı ile dinlenmesini, sevgiyle de en üst mertebelere getirilmeyi diler. İçinde yaşadığı zamanın mevcut imkânlarından en güzel şekilde faydalanmak ister. Helal ve haramda sınır tanımayan, sürekli olarak kötülüğü emreden, ölüm gibi bir düşüncesi, azap diye bir kaygısı olmayan bir yaşam sürer. Bu derece akılsız ve zavallı olmamak için kulun, yaşamın her alanına Allah korkusunu taşıması gerekir. Bu gerçekten çok önemlidir. Nefsinin kölesi olmadan yaşamak için, muhakkak Allah korkusu, kalplere yerleştirilmiş olmalıdır. Bunu sağlamak için de Allah (c.c.)’ı iyi tanımak gerekmektedir. Rızk, ölüm, cinler ve kabir âlem gibi gelecek ile alakalı olan her hangi bir bilinmezliğin insana korku olarak dönmesi, Allah (c.c.)’ın tam olarak tanınmadığından dolayı kendisine duyulması gereken korkunun, meselelere dağıtılmasındandır. Allah’dan korkulursa bu meselelerden korkulmaz olur. Allah (c.c.) ise ancak bilinirse korkulur, korkulursa sakınılır. Allah korkusu bütün korkulacak meselelerin panzehirdir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

“… Onlardan korkmayın, benden korkun, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Umulur ki hidayete erersiniz.” [55]

Ki onlar (o peygamberler) Allah’ın risaletini tebliğ edenler, O’ndan içleri titreyerek korkanlar ve Allah’ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter.[56]

Eğer kendisinden korkulmazsa, O zaman da, “İnanıyorum ama benim işime karışamaz” edası içinde, “Neden korkayım, Allah’ı çok seviyorum” zihniyeti çıkar. Bütün korkuların kaynağı bilinmediğinden oluşmakta iken, yalnızca Allah (c.c.), tanındıkça ve bilindikçe kendisinden korkulma gereği hissedilmektedir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Kulları içinde Allah’tan ancak bilenler korkar.[57]

Hissedilen bir korku veya belirlenen ölçü olmadığında, amaç edinilen şeyin istenmesi, Nefsi cebren veya şeytani taktikler ile ele geçirilmesini dileyen mekanizmanın kendisi yapar.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?[58]

Bu amaç ile kurum veya kuruluşlar toplumsallaştığında istek, genel olarak, belirli bir zaman sonra, Otorite kurmaya dönüşür. Otorite, bir kişi ya da grubun öteki kişi ya da gruplar üzerindeki meşru gücüne denilir. Bu meşruiyet bileşeni, otorite kavramı için yaşamsaldır ve genel olarak güç kavramından ayrılmasının temel unsurudur. Güç, zorla ya da şiddet yolu ile uygulanabilir. Buna karşın otorite, kendilerinden üstte olanlardan emir ya da direktif alma mecburiyetini kabul etmelerini gerektirir.

Günümüz insanı ile eski bir zamanda yaşadığı kabul görmüş insan arasında doğru bilgiyi örneklendirecek olursak; Otorite sağlamış bir yönetim zamanında yaşayan insanları ele almak, amacımıza daha uygun olacaktır. Bunun için, tarihe baktığımızda karşımıza çıkan örneklerden, günümüzde de var olan şekli ile otoritesini kurmuş olan Nemrut ile Şirk’i temizlemek için gönderilmiş olan Allah’ın görevli bir kulu Hz. İbrahim arasında yaşananları incelememiz daha uygun olacaktır. Nemrut ile Hz. İbrahim arasında geçen, Kuran’ın haber verdiği bir olay bulunmaktadır.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut’u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: “Rabbim hayat veren ve öldürendir” demişti. O da: “Hayat veren ve öldüren benim” demişti. İbrahim: “Allah güneşi doğudan getirir, haydi sen de onu batıdan getir” dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez.[59]

Sohbet şu şekilde gelişmektedir:

– Nemrut         :  “Senin RABBİN ne yapar?”

– İbrahim (a.s.)     :  “Öldürür ve diriltir.”

– Nemrut        : “Hemen bana iki köle getirin. (Köleler getirilir, birini öldürür ve diğerini de serbest bırakır) İşte bende öldürür ve diriltirim, birini öldürdüm diğerinin de hayatını bağışlayarak dirilttim.”

– İbrahim (a.s.)      : (Bunun üzerine) “Benim RABBİM güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getir de görelim o zaman” der…

– ???

Nemrut otoritesi ile bugünün süper devleti olarak tarif edilen Amerika otoritesi arasında, araçların değişmesi dışında, amaç yönünden nasıl bir farklılık var ki…

Otorite peşinde olan Nemrut, iki insandan birini öldürme diğerini de affetme taktiğiyle Kuran’ın tabiri ile RAB’lık iddiasında bulunurken, bugünün Amerikası da, sözüm ona kimyasal silah üretimini durdurmak için girdiği Irak’ta, bombalardan kurtulanları affetmiş, ölenlerin üzerinden ise Rab’lik iddiasını ilan etmiştir.

Bu hal, insanlar için sadece, kötünün kimliğinin belirlenmesi ile son buluyor. Kişilerin ya da mercilerin kötü olarak bilinmesi, sadece o bilgi ile yetinilmesini doğurduğundan gerçek olarak alınması gereken mesajlar da, bunun için alınamıyor.

Dünyaya bir kötü lazım, onun da adı: “AMERİKA”

Artık kötü olana dilediğinizi söyleyebilirsiniz. O üstüne alınmadan, amacına yönelik kendi işine bakmaya devam edecektir.

Amerika’nın emperyalist[60] oluşumundan başkaca dersler alınmış olsa idi, bugün Kuran’a gönül vermiş, Kuran’ın doğruluğunu tasdik edip ona inanmış insanlar, sayıları ile milyarları bulmalarına rağmen, Peygamber’in tabiri ile çer-çöp gibi dağınık olmazlardı.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

-“Yemek yiyenlerin büyük tabağa üşüştüğü gibi insanların size karşı birleşip üşüşmeleri yakındır.”

-“Acaba o zaman biz sayıca az mı olacağız?” diye sorulduğunda

-“Hayır, bilakis siz o zaman sayıca çok olacaksınız. Fakat siz, selin sürüklediği çer-çöp gibi dağınık olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu çıkartacak, sizin kalbinize de vehn atacaktır.” buyurdu.

– “Ey Allah’ın Resulü, Vehn nedir?” diye sorulduğunda ise

– “Dünya sevgisi ve ölüm korkusu”[61] buyurmuşlardır.

Müslümanlar tarafından asıl alınması gereken mesajlar alınmış olsa idi, Rab’lik iddiasında bulunan Nemrut’a “Güneşi batıdan getir” diyen İbrahim (a.s.) gibi; bizim de Amerika’nın, kimyasal silah üretimini durdurmak için girdiğini iddia ettiği ülkedeki zulümlere karşı direnişçi bir duruş sergilememiz gerekirdi.

Günümüz Müslümanları için Din, sessizce tekrar edilen şarkı gibi, herhangi bir kimsenin duymasının ya da bilmesinin gerekli olmadığı bir durum olarak algılandığı için, bireysel yaşamlarında dışarıya lanse etme mecburiyeti olmaksızın yaşanabilen bir inanç olarak görülüyor.

Bana mutluluk versin yeter, zihniyeti hâkim…

İşte vehn budur. Dünya sevgisi ve ölüm korkusu! Bu olayı örnek kabul edip düşünürsek çıkarılması gereken dersleri, olaydaki incelikleri ve olayın hikmetsel boyutlarını algılamamız kolaylaşacaktır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1- Nefis kötülüğü emreder, kendi kötü değildir.

Nefsi emmare diye anlattığımız, Nemrutların otoriteyi sağlamak için masum insanları öldürmeleri, hayatta kalanlara da direktif verebilmeleri mevzularında ön plana çıkan nefis bunun delilidir. Arınmış, kınayan, tatmin olan, ilham eden, razı olan ve razı olunmuş diye ayrılan nefsin, diğer mertebelerinde kötü olduğunu gösteren bilgiye rastlamayız. Yalnızca kötü işleri emreden nefse uymak ile helal ve haram tanımaz bir portre oluşturulmuş olmaktadır.

Nemrut örneğinde görülen, kötülüğü emreden nefis için önemli olan amaca hizmet edilmiş olmasıdır. Ne serbest bırakılanın ne de öldürülenin hiçbir önemi yoktur. Amaca ulaşınca nefis, kendini geriye çeker ve belirli bir zaman sonra başka bir isteği için tekrar gündem oluşturur. Böyle bir nefsi taşıyan insan, ölçüsüz kesilmiş kumaş gibi düzensiz ve biçimsiz şekil alır. Bu hastalığın tek şifası, Allah korkusunun kalplerde yer almasıdır.

2- Başınızdaki insanın yolundan gitmek ile destekçisi olmak aynı anlamda vücut bulur.

Askerlerinin de Nemrut kadar suçlu olmasının sebebi, onlarsız bir Nemrut’un düşünülemez olmasıdır. Bireysel yaşamın getirisi olarak, “Ben kimim ki…”,“karşı koyarsam…”, “hizmet etmezsem…” gibi fikirlerle yaşamları boyunca susarak zulme destek vermeleri, ölümlerinin önemi olmasa bile Nemrutlar’ın amaçlarına hizmet etmiş olmaları, bu duruma işaret eder. Askerin “Ne yapalım biz emir kuluyuz” demesi kendisini temize çıkarmaz. Kuran’da ne kadar Nemrut ve Firavun gibi zalimleri anlatan ayet varsa, bir o kadar da askerlerinden bahsetmesi bu nedenledir. Öldürülenlerin ya da zülüm görenlerin ufak bir amaç uğruna bile olsa hiçe saymaları ve onlarsız amaca ulaşamayacak olmaları, yeterli delil teşkil etmektedir.

3- İnsanın söylemleri amacına uymasa da, amaçları yaptıklarından tespit edilir.

Nemrut’un amacı otorite sağlamakla beraber -hâşâ- “RAB” lığını ispat etme çabası içerdiğinden, kendisine yöneltilen “O zaman haydi sen de güneşi batıdan getir” sözüne çözüm bulamamıştır. Çünkü amacı söylemini ispatlamak değil, yaptıklarını kabul ettirmektir. İşin bu anlamda siyasi boyutu tüm zamanlarda hep böyle, denilenden farklı olmuştur. Bu her zamanda böyle olacaktır. Amerika’nın, Irak’taki bölgeye barış getirmek için girmesi gibi…

Bu gibi durumlarda, söylemin ve söyleyenin peşinden gitme taktiği, yalan olduğu bilinmekle beraber, korkudan ya da çıkarlara ters düşülmemesinden ötürü sürekli kabul görülen bir taktiktir.

4- Dünyevi hangi amacı doğru kabul ederseniz edin, bireysel olarak, örümceğin korumasız evinden farkınız olmaz.

Nemrutun askerlerinin durumu evlerini, tehlikelere karşı, korunmasız bir yere inşa eden örümceklerin hali gibidir. Çünkü her an esecek bir rüzgâr Örümceğin evinin sonu olabileceği gibi, nefsinin kölesi olmuş Nemrut’un askerleri için de aynı şey söz konusudur. Nemrut, nefsinin isteklerinin gerçekleşmesi için bütün askerlerini feda edebilir. Onlarsız güçlü olma ihitimali olmadığı gibi bireyselleştirildikleri için askerlerin, kendisi için hiçbir önemi yoktur. Askerlerin yaşadıkları süre içerisinde akıl etme yetenekleri ellerinden alınarak, sadece komut bekleyen birileri olarak hayat sürdürmeleri ve ölüm kendilerine ulaşana kadar hizmet etme gayesini amaç edinmeleri, bireysel olarak korumasız olan örümceğin evinden hiç bir farkları olmayışının yeterli delilidir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Allah’ın dışında başka veliler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir; bir bilselerdi.[62]

Amaçsız eylemin hayat içerisinde hiçbir önemi yoktur. Fakat her işin amaçsız da olsa bir şeye hizmet etme mecburiyeti vardır. Hizmeti tek başınıza yapmanız, hizmetin alanını kısmakla beraber sizi, edindiğiniz amaca da ulaştırmaz. Hizmet ne olursa olsun, neye veya kime edilirse edilsin, sonuçta bunu birey olarak yapmanız, onu toplumsallaştırmamanız, hizmet ettiğiniz kişi veya kurum açısından kabulü zor bir olaydır. Bu, ruhu bedeninden ayrılmış birine bakınca “görüyorum” demek gibidir. Görüyorsunuzdur fakat o gördüğünüz artık, bildiğiniz değildir. İnancınızın gereklerini tek başına yapmanız da onu istenilen amaca işte böyle ulaştırmaz. Belki yaptım zannedersiniz ama kendisine ulaştırmış olmazsınız. Dünyayı gerçek manada küreselleştiren, idaresi için ideolojileştiren durum, işte budur. Tek başına amaçlarına ulaşamayacaklarını bilen günümüz otoriteleri de, insanlara özgürlük adı altında “Herkes dilediğini yapabilir” yanılgısını sunmaktadırlar.

5- İnancınızın bir destekçisi bir de sizde kabul görmüş hali olmalıdır.

Geçmiş ya da günümüz Nemrutlarının cebren veya hile ile otorite oluşturmaları, desteklerini halktan alarak Rab’lik iddiasında bulunmaları, gerçek anlamda herhangi bir güce sahip olmamaları, zorlama ile ve asılsız vaatlerle insanları kandırarak amaçlarından farklı söylemlerde bulunmaları, hiç bir şekilde kabul edilemez. Bunların hepsinin gerçek dışı iddialar olduğu aşikârdır. Destekçinizin size dost olması gerekirken düşmanlık etmesi ve sizin böyle bir düşmanı dost kabul edip ona hizmet etmeniz, tasdiki mümkün olmayan bir durumdur. Dost isteyene, Allah (c.c.) yeter.

Nemrutların misallerinden çıkarılması gereken incelikleri yüzeysel olarak işledikten sonra, bunların karşısında duranların kim olduklarını görmemiz, neden ve nasıl bir duruş sergilediklerine bakmamız gerekecektir. Doğruyu, güzeli, iyiyi, kardeşliği ve haksızlık ile mücadeleyi, bütün zamanlarda, var olan her grup sahiplendiği için, doğru bilgi ile bu grupların kimler olduklarını en iyi şekilde tespit etmek gerekmektedir.

Kendi zamanında sistemli ordusu bile olmayan Hz. İbrahim’in (a.s.) ve onun gibi hak yolunda yürüyen bütün Peygamberlerin maksatlarının insanları, kula kulluk konumundan çıkarıp, Allah’a kul olmaya yöneltmek olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Yoksa onları, sadece ibadetlerin yapılış şeklini tarif etmek için gönderilen görevliler olarak kabulleniriz. İnsana kulluk etmemek için kulluğun gereklerini ve şartlarını iyi belirlemek lazımdır. Bunun için de Nemrutları iyi tanımak gerekmektedir. Tarih boyunca bir yandan Nemrutlara askerlik yapıp diğer yandan yaratıcıya ibadetlerine devam eden çok insan olmuştur. Dine bu gözle bakmak, hayatı asıl manası ile buluşturmanın ve yaşama değer katmanın ilk durağı olacaktır. İbadet ve kulluk kavramları, sonraki bölümde detaylı olarak ele alınacaktır.

Tarihe bu pencereden baktığımızda, her zaman zulme başkaldıran, insana kişilik kazandırma çabası içinde olan, yardımı yalnız yaratıcıdan bekleyip inancın gereklerine sürekli bağlılık gösterenlerin, görevli olarak seçilmiş kullar ve onların hayatlarındaki misalleri kendi yaşamlarına uygulamaya çalışan insanlar olduğunu görmekteyiz. İşte bunlar PEYGAMBERLERDİR. Ve onların yolundan giden gerçek ümmetleri…

Burada hemen bir açıklama yapmamız icap etmektedir. Komünist ideoloji içerisinde olan insanların tarih sürecinde zulme karşı saf tuttukları bilinmektedir. Bu inançta olan insanlar, “Yapılan birçok eylemler, açlık grevleri, v.b… durumlar, bunlar mücadele değil mi ?” diyebilir. Bizde kendilerine cevap olarak deriz ki; Komünizmde amaç edinilen şey, tüm insanlığa getirilecek huzur değildir. Amaç, yalnızca proletarya[63]nın özgürlük mücadelesi tarafında yer alarak, daha rahat imkânlar sunmaktır. Bunun için de yöntem, halkın kaynakları eşit paylaşımı ve üstün devlet ilkesine dayandırılmış bir yönetimdir. Bunun adına tam olarak adalet denemez.

Çünkü kâr payının daha yaşamsal olanaklara ulaşması ilke edinilip zulme karşı zulüm ederek cevap verilmekte ve işçilerin hak sahibi olması bu yöntemle gerçekleştirilmektedir. Bu insanlığa değer katması için değil, işçilerin yönetici olması için savunulan bir ideolojidir. Bu ideolojinin kurucusu olan Karl Marx, Das Kapital adlı kitabında bunu tafsilatlı şekilde işlemiştir. Bu kitapta yazılanları ilk defa Vladimir İlyiç Lenin[64], 7 Kasım 1917 yılında Rus çarlığını yıkıp Sovyetler Birliği’ni kurduktan sonra, gerekli uyarlamaları yaparak yönetim biçimi olarak uygulamıştır. Kendi eylemlerinin sonucunda ise devrime kan dökülmeden ulaşmanın imkânsız olduğunu ortaya çıkarmıştır. Onun için buna adalet değil, zulüme zulüm ile karşılık vermek denir.

Bu sistem, manastırların, kiliselerin ve öteki mülklerin, toprak sahiplerinin elinden alınarak eşit biçimde halka dağıtımını öngörüyordu. Köylülere yüz elli milyon hektarlık toprak dağıtıldı ve tüm köylünün borçları silindi. Sosyal ve ekonomik anlamda eşitlik ilkesine dayalı alınan tek sınıf kararları, dünyanın her yerinde insanların, bu ideolojiden, adaletli bir görüş olarak etkilenmelerine sebep oldu. Oysa mekanizmanın görünüşte adaletli işlemesi, işletenin adaletli olacağı anlamına gelmez. Bu nedenle, İslam dini sistemine göre, herkesin emir sahibine itaat etmesi şartı getirilmek ile beraber, o makamda olacak insanda aranılacak olmazsa olmaz şartlar da gözetilmektedir. Yöneticinin Müslüman olması, dini iyi bilmesi, hakkı gözetmesi gibi şartlar aranmaktadır. Çünkü bulunduğu makamı kendi nefsi doğrultusunca idareleştirmeyen, Allah’a vereceği hesap gününden gafil olmayan bir yönetim, ancak bu şekilde adaletli olarak gerçekleşir. Bu anlayıştaki bir yöneticinin halka bakışı, nefsin kölesi olmuş, halkını ezen bir diktatör edasında, otorite oluşturma maksatlı değil, hesap günü kaygısı ile yanıp tutuşan ve halkı Allah’ın emaneti olarak gören anlayış ile yaklaşmasını sağlayacaktır.

Ve Komünizm tek taraflı bir yaşam biçimidir. Kişinin manevi yönünü tamamen göz ardı etmiştir. Huzurlu ve adaletli olması gereken yaşam, bu sistemde maddiyata dayanmıştır. Müslüman ise hayatını, her eyleminde iki taraflı ele alarak oluşturur. Dünya ve ahiretini düşünerek hayatını düzenler. Bunun için Marx, ideolojisini ortaya koyarken -hâşâ- âlemlerin yaratıcısını inkâr etmek durumunda kalmıştır. Düşüncesini de, bilimle buluşma noktası olarak, aslen teolog (din bilgini) olan ama İslam’dan zerre kadar haberi olmayan Darwin’e hediye etmiştir. Bu, düşüncenin pratik hayatta kabul edilmeye duyduğu muhtaçlıktan başka bir şeyin göstergesi değildir. Niyet, adaletli olmak değil, hakları zorla alma meşruiyetsizliğinden ibaret olduğu aşikârdır. Oysaki İslam, bu konuyu, yani işçi ve işveren arasında işlemesi gereken adalet mekanizmasını, İslam hukuku kitaplarının ilgili bölümünde kâfi derecede çözümlemiştir.

Allah korkusundan yoksun bir toplumun içinde bulunduğu güvensiz ortamda, güvenlik güçlerinin sayıca artırılmasını çözüm sayan zihniyet, kendi ideolojisinin çürüklüğünü ve Allah’tan neden korkulması gerektiğinin sebeplerinden birini daha gözler önüne seriyor, zannederim.

Hiçbir Peygamber ideolojisini, zorlama yolu ile ya da bizzat yapmayıp da “yapacağım” gibi söylemlere başvurarak aktarmamıştır, aksine her biri, başta kendi fiilâtıyla, hiçbir din, dil, ırk, mezhep ayrımı gözetmeksizin, herhangi bir mazerete dayanmaksızın uygulamıştır. Bu, başta kendilerini yaratıcıya abd[65] olmakla yükümlü tutmalarından, yaratıcıyı kendi hayatlarında olması gerektiği yere yani ulûhiyet makamına getirmiş olmalarındandır. ULÛHİYET, kulluğu yaratılmış her mahlûktan alıp hissesiz ve tavizsiz olarak yaratıcıya teslim etmektir. Kelime-i Şehadet’deki “abduhu”[66] kelimesinin kökeni kulluktan gelir. Aksi takdirde, Allah’ın Resulü’nün aynı zamanda O’nun kulu da olduğu aşikârdır ki, bu da ikisini aynı cümlede kullanmayı manasızlaştırır. Fakat peygamberlerin, kendi seçilmişliklerine rağmen gerek kulluk görevlerini herkesten daha fazla sahiplenmeleri, gerekse son nefeslerine kadar kendi söylemlerine ters düşen hiçbir harekette bulunmadan bu söylemlerini pratikte de uygulamaları, “abduhu” kelimesi ile şehadetin önemini netleştirir biçimde, bizlere sunulmaktadır.

Bu, kulluğun yaratılmış her mahlûktan soyutlanıp, yalnız Allah (c.c.)’a teslim edilmesi gerektiği içindir.

Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammed’en abduhû ve rasûlühü…[67]

Hangisi amaç edinilmesi gereken doğru bilgidir?

Hiçbir koşulda din, dil, ırk ayrımı gözetmeyerek ve seçilmiş olmalarına rağmen hayatlarının en son anına kadar kulluğun en güzeline tabi olarak yaşayan ve yaşamayı sunan Peygamberlerin ideolojisi mi insanlığın hayrınadır…

Kapitalist düzenin, ezilen ağır işçileri müdafaa eden ve onların refahını nereden ve nasıl olursa olsun sağlamayı amaç edinen ve bu amaca ulaşmak için her yolu mubah kabul eden ideolojisi mi insanlığın hayrınadır…

Yoksa “İş veriyor ve ülkenin büyümesine en büyük katkıyı sağlıyoruz” diyerek başkalarının üzerinden kazanılan para fonundan çalışanlarına az bir miktar bütçe ayırıp, bunun yeterli geldiğini iddia eden, hatta bu masrafı bile daha da nasıl azaltabiliriz arayışında olan, ezici ve ahlakı yok etmeye dayandırılmış bir ideoloji mi insanlığın hayrınadır.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme. Gerçekten ben cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum. “Rabbim, bilgim olmayan şeyi senden istemekten, Sana sığınırım. Ve eğer beni bağışlamaz ve beni esirgemezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum.[68]

[48] Yusuf suresi 53. Ayet

[49] Kıyamet suresi 1–2. Ayetler

[50] Şems suresi, 7–8. Ayetler

[51] Fecr suresi, 27-30. Ayetler

[52] Mücadele suresi, 22. Ayet

[53] Beyyine suresi, 7-8. Ayetler

[54] Müminun suresi, 1-10. Ayetler

[55] Bakara suresi, 150. Ayet

[56] Ahzab suresi, 39. Ayet

[57] Fatır suresi, 25. Ayet

[58] Furkan suresi, 43. Ayet

[59] Bakara suresi, 258. Ayet

[60] Bir devletin veya ulusun başka devlet veya uluslar üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda etkide bulunmaya çalışmasıdır.

[61] Sünen-i Ebu Davud tercüme ve şerhi, şamil yayınevi, 14/421

[62] Ankebut suresi, 41. Ayet

[63] Ağır işçi kesimi

[64] Rus sosyalist politikacı (d.1870-1924, Moskova)

[65] Kulluk

[66] Kulu

[67] Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in o’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim.

[68] Hud suresi, 47. Ayet