Seçimler (Eş, İş ve Dost Seçimi)
Eş seçimi
Toplumları belirleyen en küçük birim ailedir. Bireyleri oluşturan aileler ise yapıları ile toplumun değerlerini oluştururlar. Aileler, yaşadıkları bölgeyi en güzel hale getirebilecekleri gibi yapısal bozukluğa uğramaları ile de toplumun çöküşüne sebep olabilirler. Bunu bilen şeytan, toplumları yıkmak için sürekli olarak aile yapısını bozmaya çalışmaktadır. Bunun hız kazanması için de ahlaksızlığı özgürlük, boşanmayı ise tercih meselesi adı altında göstermektedir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
İblis (şeytan) tahtını su üzerine kurar. Sonra da ordusunu sağa sola gönderir. Makam ve mevkice ona en yakın olan, fitnenin en büyüğünü yapandır. Hepsi yaptıklarını anlatmak üzere İblis’in huzuruna gelir ve içlerinden birisi: “Ben şunu, şunu yaptım” der. Ancak İblis, ona hiç de iltifat etmez. Sonra bir başkası gelir ve “Falan adamı, karısından boşayıncaya kadar peşini bırakmadım” der. İblis bundan o kadar memnun olur ki, hemen onu yanına çağırır ve “Sen ne kadar şirinsin!” diyerek iltifat eder.[92]
Bu mana ile eş seçimi, bireysel yaşamdan sosyalleşmeye geçiş olarak kabul edilmesi ile birlikte toplumdaki huzurun da oluşumu demektir. Meyve veren ağacı odun elde etmek maksadı ile kesmenin zararı ne ise, aile içindeki değerleri yıkmanın sonucu da o toplum için aynısı olacaktır. Meyve veren ağacı keserseniz, gövdesi ile dallarından odun, kökünden ise kütük elde edersiniz. Meyve verişini ve dallarının yeşermesini de bunun ile birlikte ebediyen engellemiş olursunuz. Toplumdaki ailelerin yapısını değiştirmeye kalkarsanız babaları sorumsuz, anneleri değersiz, evlatları ise duygusuz yaparsınız. Kesilmesi sonucunda güneşten faydalanmaktan mahrum bırakılan bir ağaç meyvesini olgunlaştıramadığı gibi, bir ailenin meyvesi olan evlat da şefkatten mahrum kalıp, duygusuz olacaktır. Bu duygusuzluk, gövde vazifesi gören anneyi de değersizleştirecektir. Çünkü gövdeye değer veren, dalları ve meyveleridir. Anneye değer veren ise evlat ve sadakattir. Yoksa bayanlar, kadın ve kız diye ikiye ayrılırlardı. Anne diye bir olguya gerek duyulmazdı. Babayı şerefli kılan ise sorumluluğu altında olanların ihtiyaçlarını karşılamasıdır. Bu değersizlik ve duygusuzluk sonucunda, kök olan baba aile yapısı içerisinde sorumsuzlaşarak kütük gibi kaba, yaban ve düşüncesiz olacaktır. İşte bunun için ailenin değerleri ile oynamak o toplumu da yıkmak demektir.
Bugün Lut kavmine tabi olarak hayat sürenlerin, fuhuşa zevk almak için yönelenlerin, cinayeti cahiliye inançları üzere işleyenlerin, hırsızlığı haset edildiğinden ötürü işleyenlerin dünyada sürekli olarak artıyor olmasının temel sebebi ailelerinin güneşsiz kalmalarıdır. Toplumları hızlı bir biçimde değersiz, şevkatsiz ve kütük gibi yapmanın yani insanı kula kul ederek Allah’a kul olmaktan uzak tutmanın en etkili yolu budur. Şeytanın aile yapılarını bozmayı hedef edinme sebebi de budur. Kaynağı Kur’an olan toplum hiçbir zaman güneşsiz kalmaz. Çünkü böylesi bir toplumda güneşin de yalnızca bir ilahı vardır. Eş seçimi insanın hayatındaki en önemli kararlardan biridir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
Kadın dört şey için nikâh edilir: Malı, asaleti, güzelliği ve dini için. Sen dindarına zaferyâb[93] ol ellerin topraklansın![94]
Malı için evlenilen bir eş mutluluk vermeyebilir. Özellikle erkeklerin, eşlerini seçerken sadece zengin olmalarını gözetmeleri, hayatlarını mutsuz olarak geçirmeleri ile sonuçlanan bir durum olarak sıkça görülmektedir. Çünkü para, kadını değil erkeği ezer. Fıtri hissiyattan kaynaklanan bu karar sonucu kadının gündeme malı ile gelmesi erkeği mutsuz olmaya sevk edecektir. Bunun için İslam dini ailenin ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğunu erkeğe vermiştir.
Asaleti[95] için evlenilen birisi de mutluluk vermeyebilir. Kişi kendisine doğumu ile birlikte verilen soyluluk unvanını üstünlükmüş gibi öven cahiliyye insanlarından olursa, o yuvanın huzurlu olması beklenemez. İslam dininde üstünlük yalnızca takva[96]dadır. Güzellik, ikili ilişkilerde insanı en çok yanıltan durumlardandır. Elde edilmesi de edilmemesi de insana mutluluk vermeyebilir. Dış görünüş itibari ile değer verilen insanın sevgiye karşılık vermemesi sevenin dünyasının kararmasına yol açacaktır. Güzelliğin verdiği bu etki seven insanda aklı devre dışı bırakarak kişiyi, hislerine dayalı bir yaşam sürmeye itecektir. Yalnız duyguya dayalı olan yaşamsa insanı melankoli,[97]sevgisini ise erişilmezlik içerisine sevk eder. Ölçüsüz büyüyen bu sevgi, eleştirilmesi kabul edilmeyen bir ibadete dönüşecektir. Sonuç olarak, ilah edinecek kadar sevmek kişinin ahiretini de kaybetmesine sebep olacaktır. Mutlu olma gayesi ile güzel olanı eş olarak almak belki insana haz verir ama tek başına ailenin huzurlu olmasına yetmeyecektir. Çünkü haz almak, huzurlu olmak demek değildir. Haz ile mutluluk sürekli olarak karıştırılan kavramlardır. Haz alma gayesi ile yapılan her şey az huzur, çok acı verir. Mutlu olmak amacı ile yapılan her eylem ise az bir acı karşılığında çok huzur verir. Eş seçiminde mal, asalet ve güzellik mutlu bir yaşam sürdürülmesi için yeterlilik sağlamaz. Bunların biri veya hepsi dine bağlılık ile ön plana çıkıyorsa evlilikte huzur oluşumuna yetecektir. Bunun için eş seçerken dikkat edilecek ilk husus dine bağlılık olmalıdır.
İş Seçimi
Meslek, kişilerin hayatlarını kazanmak için sürdürdükleri düzenli ve kurallı faaliyetler bütünü olarak tanımlanmaktadır.
Meslek seçiminin, toplumun ve ferdin tercihleri isimleri altında iki kategoride incelenmesi gerekmektedir.
Toplumun meslek tercihindeki etkenler yönetim, aile ve çevre olarak üç başlıkta ele alınır. Örneğin toplumların yönetimi, aile yapısı ve değerleri hizipçiliği[98] kabul görmüş bir nitelikte ise, adaletsiz meslek sahibi olunması eşit oranda kaçınılmaz olur. Bu anlayış bölücülüğün bir adım öncesini oluşturur. Bu toplumların yaşamında, “Nerelisin?” sorusunun altında “Kimlerdensin?”,“Kaç kuruşluksun?”,“Sana ona göre değer vereceğim.” imaları yatar. Allah (c.c.), kulunu bilgisi ile değerlendirip takvası ile tartmasına karşın, bu toplumlar insanı, doğduğu yerle kişilik ve karakter değerlendirmesine tabi tutar. Bu toplumlarda “Falanca yerden adam çıkmaz.”, “Filanca yer yiğidi ile meşhurdur.” gibi ikilem oluşturan veriler temel alınır. İşte bu toplumlarda, kişinin, işsiz kalmasını veya iyi bir meslek sahibi olmasını aldığı eğitim değil, doğmuş olduğu yer belirler. İnsanın doğduğu yer, içine doğduğu toplumun veya o toplumun yetkili insanlarının nazari itibari ile nasıl ise, insan, hayatını öyle yönlendirmek durumunda kalacaktır. En iyi işi bulabileceği gibi, eğitimli olmasına rağmen yıllarca işsiz de kalabilir. Böylesi durumların en çok görüldüğü kurumlar, belediyelerdir. Öyle ki belediyelerin, yetkililerin kendi hemşerilerini bir araya getirmesi amacı için kurulmuş kurumlar olduğunu zannetmek bile çok doğaldır. Ben de yakın zamana kadar öyle zannediyordum. Bunu yapanlar ve destekleyenler çoğalınca artık, durum öyle bir hal alıyor ki, “Herkes yapıyor da biz yapınca mı sıkıntılı oluyor?” zihniyeti kendiliğinden yer buluyor. Çıkarlarına uyduğu için “Bu böyle gelmiş, böyle gider.” diyerek durumu savunanlar çıkarlarına uymadığı zaman, “Allah belanızı versin, bu memleketi ne hale getirdiniz.” diyerek bunu yapanları eleştirmeyi kendilerinde hak olarak görüyorlar. Burada enteresan olan, kişilerin, kendi hemşerileri başa geldiğinde aynı şeyleri yapacak olmalarına rağmen, yetkili olarak başka birinin hemşerisi seçildiği zaman, olanları adaletsizlik olarak nitelendirmeleridir. Hesap için değil, çıkar için hareket eden herkes, bu durumu böyle yapmayı kendince kurnazlık kabul eder. Onun için sözlerim belirli gruba ya da cemaate değil, bu zihniyeti taşıyan herkesedir. Ondan sonra, üniversite mezunları neden işsiz geziyor, diyoruz. Memlekette, herhangi bir mesleği öğrenmek için yetiştirilecek çırak yok denecek kadar az olmasına rağmen, kendi durumunu usta olarak gören yüz binlerce insan oluşunun da temeli yine bunun dayanır. Bu gidişin iki sonu vardır. Ya memleketin geleceğini mezara gömüp taşına da “Böyle geldi, böyle gitti.” yazarsınız ya da bu hizipçi anlayışın en başta kendiniz destekçisi olmayarak, yani oluşmakta olan mezar taşındaki yazıyı silerek, başlarsınız. Bunu ise, düşünce bakımından ayrılık gösteren taraflardan birini tutmaya yönelik faaliyet gösteren, üstünlük ilan eden unsurların karşısında tek formül olarak duran İslam dinini yaşayarak ve yaşatarak yaparsınız. Bu sıkıntıya, başka hiçbir inanç kesin bir çözüm bulamamıştır. İslam dini, “İman etmiş bir Afrikalı bana, kardeşim kadar yakındır. İman etmeyen kardeşim ise bana, Afrikalı kadar uzaktır.” inancını getirmiştir. “Böyle gelmiş böyle gider.” zihniyetinin yerine de İslam’da “ameli salih, hakkı ve sabrı tavsiye etmek,” vardır. İslam, bunu önlemek için, hesaba duyarlı olan bir yaşam sürmeyi ve kul hakkından kaçınmayı bize emretmiştir. Yani bu kanayan yaranın akması, ne bu durumu yapan insanların gitmesi ile ne de bunu savunanların görevden uzaklaştırılması ile son bulur. Çünkü mevzu kişisel ya da grupsal değil, fikirseldir. Bu kanamayı durduracak tek ilaç insanlara, kul hakkından sakınmaları gerektiği ve mahşer yerinde verilecek hesapları olduğu bilgisini vermektir. Mesele sadece eğitimini almış birinin işsiz kalması veya hemşericilik ile birilerinin hakkının gasp edilmesi de değil, insanlığın ahlak anlayışının bu yönde oluşmasına sebep olup toplumun gelişmesini engellemek, köhneleşmesine destek olarak bu çöküşe hız vermektir. Ferdi olarak mesleği, kendi ilgi alanınıza ve yetenekli bulunduğunuz duruma göre seçmelisiniz. Bunun içinde meslek seçiminin, kendinizi ve kaderinizi tanıma ile birebir bağlantısı vardır. Sonrasında, mesleğe bağlı değerlere sahip çıkmak ve meslek hakkında bilgilenmek çok önemlidir.
Meslek ahlakının oluşması, o işi isteyerek yapıp yapmama ile orantılıdır. Bu anlamda meslek, yalnızca para kazanmak için yapılmamalıdır. Allah’ın verdiği potansiyeli, ilgi duyduğunuz bir alana yönelerek mesai dâhilinde kullanmalısınız. İnsan ömrünün büyük bir kısmı mesleğe sarf edilen mesai ile geçer. Bu, mesleğimizin, ahiret hayatında göreceğimiz defterimizin en geniş konusunu da oluşturduğu anlamına gelir. Bunun için, hem hayatı kendimize zehir etmemek hem de hesabı zorlaştırmamak için yapılacak en akıllıca şey, kendi ilgi alanımız olan mesleğe yönelerek o mesleğin ahlaki kurallarını öğrenip, uygulamaktır. Mesleği iyi seçmemek, aile huzuru ve sağlığı bozacak kararlar alınmasına sebep olur.
Dost Seçimi
Lügat âlimlerince “insan” kelimesinin aslı, “ins” ve “üns” kökünden gelir. Ünsiyet[99]de yine aynı kökten, yani “üns” kökünden gelir. Bu da demektir ki kelime anlamı itibarı ile insan, tek başına hayatını idame ettirmeye güç yetirici olamayacak bir vasıftadır. İnsan başka insanlarla ilişkiler kurmaya mecburdur. Bu ilişkilerden dost seçimi bu anlamda çok önemli bir karardır. Yanlış olarak verilmesi halinde kişinin dünyasını ve ahiretini mahvedecek bir seçim olur. Çünkü insanlar, inançlarının ve dostlarının etkileri altında yaşamlarını sürdürmektedirler.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
İnsan, dostunun yaşayış tarzından etkilenir. O halde her biriniz dost edineceği kişiye dikkat etsin![100]
Bu seçimi doğru olarak yapmanın iki yolu vardır.
Birincisi, dost edinilecek insanın nerede ve kimlerle vakit geçirdiğini bilmektir. İnsanın vaktini kimlerle beraber geçirdiği, yaşam tercihinin nasıl olduğunu göstermektedir. Salihler ile beraber olanın günahlardan kaçma arzusu, âlimlerle beraber olanın ilmi, fakirlerle beraber olanın şükrü, zenginlerle sürekli birlikte olanın da dünya sevgisi artar.
ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve doğrularla birlikte olun.[101]
İkinci olarak ise kişinin, hangi inanç ölçülerini benimseyerek yaşamını sürdürdüğünü tespit etmek gerekmektedir. Bunun için Kuran-ı Kerim’de muhtelif yerlerde, sürekli olarak, bu vurgu yapılır ve dostluğun inanç ile alakası işlenir. Hatta başka dinden olanlarla dostluk kuranların onların dininden oldukları haberi verilerek, dostlukları inançların belirlediği bilgisi verilmektedir.
ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Yahudi ve hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğruya iletmez.[102]
Kâfirlerin dostluğu:
Ey iman edenler, sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz.[103]
Zalimlerin dostluğu:
Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.[104]
Münafıkların dostluğu:
Sen onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin. (Oysa) Sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler. (Bu dayanıksızlıklarından dolayı da) Her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar(dan dost olmaz) düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-sakının. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar.[105]
Münafıklara müjde ver: Onlar için gerçekten acıklı bir azap vardır. Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dostlar (veliler) edinirler. “Kuvvet ve onuru (izzeti)” onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz,“bütün kuvvet ve onur,” Allah’ındır.[106]
İman edenlerle karşılaştıkları zaman, “İnandık” derler. Fakat şeytanlarıyla (münafık dostlarıyla) yalnız kaldıkları zaman, “Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay ediyoruz.” derler.[107]
Müşriklerin dostluğu:
Eğer Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene (Kuran’a) inanıyor olsalardı onları (müşrikleri) dost edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu fâsık kimselerdir.[108]
Yahudilerin dostluğu:
Andolsun, insanlar içinde, mü’minlere en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve müşrikleri bulursun. Onlardan, iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: “Hristiyanlarız” diyenleri bulursun. Bu, onlardan (birtakım) papaz ve rahiplerin olması ve onların gerçekte büyüklük taslamamaları nedeniyledir.[109]
Hristiyanların dostluğu:
Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki: “Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur” Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (arzu ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.[110]
Müminlerin dostluğu:
Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin (dostları) velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.[111]
Peygamber’in dostluğu:
Kim Allah’ı, Resulü’nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır.[112]
Allah’ın dostluğu:
Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilendir; bir veli (en güvenilir bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah yeter.[113]
Bir şey en güzel zıddı ile bilinir. Gerçek anlamda yasalar, yöntemler, ahlâka bağlı dürüstlük ve namuslu olmak gibi değerler ancak zıtları tam olarak bilindikleri zaman oluşturulabilir. Küfrü iyi bilmeyen birinin imanı tam olarak tanıması düşünülemeyeceği gibi, kişinin, dostunu iyi seçebilmesi için, ilk önce düşmanını iyi tanıması gerekmektedir. Çünkü düşmanını iyi tanımayan bir insan dostunu, koyun postuna bürünmüş kurtlardan, yani dost görünen düşmanların içinden seçebilir. Bu bilinçsiz tercih kişinin, dünyada maddi veya manevi zararlara uğramasına neden olabileceği gibi, ahirette de kaybetmesine yol açabilir. Kur’an-ı Kerim bizlere, dost olunacak kişilerin özelliklerini haber verdiği gibi, yanlış dost seçimlerinin sonucunda azaba maruz kalacağımızı da haber vermektedir.
ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:
O gün, (kendisine) zulmeden, ellerini ısırarak (şöyle) der: “Ah keşke, elçiyle birlikte bir yol edinmiş olsaydım”,“Vah yazıklar bana, ne olurdu da filanı dost edinmeseydim.”“Çünkü o, gerçekten bana geldikten sonra beni zikirden (Kuran’dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır.”Ve elçi dedi ki: “Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’an ı terk edilmiş (bir Kitap) olarak bıraktılar.”[114]
Bu ayetlerin üzerinde dikkatli bir biçimde düşünüldüğünde muhatabın,[115] dünya hayatında yaratıcıyı inkâr eden birisi olmadığı açıktır. Çünkü bahsedilen kişinin, Kuran’a inandıktan sonra saptırılmış olduğu ve elçiyi kabullenip O’nun yolundan gitmek istediği bilgisi verilmektedir. Netice itibariyle ayette söz konusu edilen, yanlış dost seçiminde bulunmuş olan insanlar, Allah’a ve Resulü’ne iman eden inançlı insanların içinden oluşmuş bir zümredir. Bu insanların“Ah keşke elçi ile bir yol tutsaydım.” diye yakınmalarından, Allah’ın dinine hizmet ediyorum zannı ile dünya hayatında çaba gösterdikleri, fakat o yolun Peygamber’in yolu olmadığını ahirette anladıklarını anlamaktayız. Bu insanlar, bu hizmeti, ALLAH’IN dostu[116] olarak tanıdıkları birisinin peşi süre yapmaları sonucunda kendilerini Kuran’dan uzaklaştırdıklarını, uydukları kişinin şeytana hizmet ettiren birisi olduğunu öğrenmişlerdir. Yaptıkları hizmetlerin hepsinin boşa gidişinin dost edindikleri insanı doğru olarak seçememelerinden kaynaklandığını belirtir bir biçimde ahirette, öfke ile “ellerini ısırarak” ve “Keşke elçinin yolundan gitmiş olsaydım!” nidalarıyla, öğrendikleri bu gerçekler neticesinde dert yakınmaktadırlar.
Gaflet içinde olan müslümanların vasıflarını ve durumlarını bizlere bu şekilde haber verdikten sonra Kur’an, yanlış dost tercihi yapan kitlelerin çokluğunu ve bu yanlış seçimin sebebini, Peygamberimizin dilinden haber veriyor. “Ve elçi dedi ki: Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’an ı terk edilmiş (bir Kitap) olarak bıraktılar.” Bu haber ileYanlış dost edinmenin yaygınlığı ve Kuran’ı Kerim’in, bir kenara itilmesi (duvara asılması) suretiyle terk edilerek yaşanılır alana taşıma gayesi edinmemiş olmamızdan kaynaklandığı bilgisine ulaşıyoruz.
Burada kula düşen, Allah rızası için hizmet ettiği cemaatin veya grupların gerçekten kime veya neye hizmet ettiklerini araştırmasıdır. Bugün Müslüman’ın içinde bulunduğu durumun en büyük sebebi, kendi dost seçimlerini bilinçli olarak yapmamasıdır. En doğrusunu Allah (c.c.) bilir.
Böylece, yüzeysel olarak, aklın yönlendirmeleri olan tanımaları, kullanımları ve seçimleri nasıl ve niçin yapmamız gerektiğini işlemiş olduk. Bu yönlendirmeler kendi aralarında öylesine ayrılmaz bir biçimde bağlılardır ki, bir tanesinin yanlış kullanımı bile diğerlerini derinden etkilemektedir.
Örneğin, bir insanın eş seçimini yanlış olarak yapması parasını, zamanını ve sağlığını da kullanamamasına yol açabilir. Eşlerini susturmak için para saçanlar, görmemek için evden kaçanlar bu kabildendir. Bu durum sonucunda ise kişi, parasının hesabını bilemediği gibi zamanını da değerlendiremeyeceğinden, “can sıkıntılarını” dışarıda gidermenin yollarına başvuracaklardır. Bu, karşı cins bir faille münasebet şeklinde olabileceği gibi, kıraathane ve meyhanelerde zaman geçirmek şeklinde de olabilir. Spora veya televizyon programlarına fazlaca düşkün olanları da gözlemlenmektedir. Bunların birine veya bir kaçına yönelişleri ise kişilerin sağlıklarını, ruhsal ya da bedensel olarak yanlış yönde kullanmalarını sağlayacaktır. Yaşamını bu tarzda sürdüren milyonlarca insan vardır.
Verdiğimiz bu örnek sadece eş seçiminin yanlış yapılması sonucunda karşılaşılan durumlardan biridir. Bu örnekleri diğer yönlendirmelere uyguladığımızda çıkan sonuçlar daha da ürkütücü boyutlara ulaşacaktır. Keza alınması gereken bu kararlardan habersiz olarak yaşamını sürdüren bireylerin oluşturduğu toplumun halini düşünmek bile çok vahimdir. Kendi kararlarını almadan başkaları hakkında iyi veya kötü olarak ön yargı ile hareket etmek insanoğlunun en büyük yanlışıdır.
Çevresini ve kaderini tanıma hakkında sağlıklı bir bilgisi olmayan, zamanını, parasını ve sağlığını doğru olarak kullanmasını bilmeyen, eşini, işini ve dostunu nefsinden ayrı tutup aklı ile seçemeyen bir insan veya toplum, hayat denen bu mücadelede küçük balık ile aynı sonu paylaşmak zorunda kalacaktır. Çünkü büyük balık, derslerine iyi çalışması sonucunda, dişlerinin ve süzgeçlerinin ne işe yaradığını ve onları nasıl kullanması gerektiğini çok iyi bilmektedir. Bu yönlendirmeleri doğru olarak yapamayan insan veya toplum ise, küçük balığın yüzmesi gibi omurga üzerinde kuyruk sallamak suretiyle, ön yargı denizinin içinde, nefsin yol açtığı dalgalarda boğulmadan, doğru zannettiği yöne doğru kulaç atarak varlığını sürdürmeye çalışacaktır.
Dünya, kendisini tanımamış ama âlemleri çözdüğünü iddia eden, çevresini zamana göre konumlandıramamış fakat tarihten alınacak dersleri bitirdiğini zanneden, kendilerine takdir edilmiş kaderlerinden habersiz, kader yazmaya çalışanlarla doludur.
Böylesi bir yaşantı, bu yönlendirmeleri başarılı bir biçimde hayatlarına uyarlayan insanlara olması gerekenden daha fazla değer vermeye yol açar. Öyle ki bu tarz bir insanla karşılaşan ve bu insanı, kendinde ve çevresinde bulunmayan özelliklerinden ötürü, sevdiğini iddia eden kişi, karşısındakinin, kendisinin bilmediği bu yönlendirilmeleri uygulamış olduğunu göremez ve kendisinde bu bilgiler mevcut olmadığı için değeri, yönlendirmeye değil, şâhısa verir. Bu değer veriş ise, kısa süre içerisinde, kutsallık izafe etmeye dönüşür.
Şahsiyet kazanma, sağlam iman oluşumu ve şirk olgusunun sosyal yaşamda daha iyi anlaşılması için bu durumu örneklerle açıklamamız gerekmektedir. Örneğin Elvis Presley[117] adında Amerikalı bir şarkıcı vardır. Mesleğini iyi yapması ve bazı değişikliklerde bulunarak kendi mesleğine zenginlik katmasından ötürü gerek sağlığında gerekse, ölümünden onlarca yıl geçmesine rağmen, günümüzde çok sevilip sayılmaktadır. Fakat zaman içerisinde bu sevgi bir şarkıcıya duyulması gereken sevgiden daha ötelere uzanmıştır. Çünkü sevenleri tarafından, bir şarkıcı değil, tüm değerleri kişiliğinde toplayan kutsal bir insan vasfı kazandırılmıştır. Dünya çapında “kral” veya “efsane” olarak tanımlanması ile birlikte kendisinin şarkıcı olduğu çoktan unutulmuş ve sevenleri tarafından ilah tayin edilmiştir.
“O kadar da değildir.” diyenler için, halka mal olmuş insanların kendisi hakkındaki sözlerinden örnekler aktaralım:
Elvis’ten önce hiçbir şey ama hiçbir şey yoktu.(John Lennon- şarkıcı)
Onun büyüklüğü hakkında hiçbir fikriniz yok, gerçekten yok! Size, neden çok yüce bir insan olduğunu anlatamam ama o öyle işte. Tarif edilemez. O dalgalandırıcı, o heyecan verici. (Phil Spector- yapımcı)
Ben, sadece onun bir hayranı değildim; ben onun kardeşiydim. O, benim iyi olduğumu söyledi; ben, onun iyi olduğunu söyledim. Bu konuda hiç tartışmamız olmadı. Elvis çalışkandı, kendini adadı ve Tanrı da onu sevdi. En son Graceland’da birlikte iken bir İncil şarkısı olan Old Blind Barnabus’ı söyledik. Onu seviyorum ve cennette onu görmeyi umarım. Onun gibi bir başkası olmayacak. (James Brown – şarkıcı, söz yazarı)
Bu satırlarda şarkıcı bir insandan bahsediliyorsa da gerçek anlamda şarkıcı olduğu unutulmuş birinden bahsedildiği kesin…
Ülkemizde ise bu durum, kendilerine “baba”, “imparator”, “star”, “mega star” gibi lakaplar takılan birçok şarkıcının varlığı ile kendisini göstermektedir. Şarkıcılara bu tarz muamele eden insanlardan birine “Neden böyle diyorsunuz?” diye sorduğunuzda, “Kendisini çok seviyorum, şarkılarını çok içten ve güzel yorumladığı için öyle diyorum.” diyecektir, fakat ilahlaştırdığı şahıs kendisinin gerçekten babası olmuş olsa bir ömür boyunca bir defa bile “Bana bir şarkı söyle.” diyemeyecektir. Çünkü örfümüzde bir babanın evladına şarkı söylemesi abes bir durumdur.
Zekâsından dolayı çok sevdiği bir insan ile tanışma olanağı bulan birisi, bilgisinden istifade edeceği birçok şeyi olduğunu düşündüğü bu kişiden faydalanmak isteyecektir. Bu gaye ile bir kaç defa bir araya gelindiğinde mevzu bahis kişiden gerçekten faydalanılabilir fakat bu durum ilerleyen zamanlarda genellikle böyle sonuçlanmaz. Samimiyet arttıkça, öğrenilenlerin de en azından o oranda artması gerekirken, o insana karşı hissedilmeye başlayan soğukluk, kendisinden alınan bilgilerin birkaç misli artacaktır. Bunun sebebi ise o kişinin, zekâsını, diğer alanlarda nasıl kullandığına şahit olunmasıdır. Aslında bu insanın ilgili bulunduğu alan hakkındaki becerisi veya eylemidir beğenilen, fakat şahsın kendisini tanımadan atfedilmiş olan değerler ile sorgulama mekanizması devre dışı kaldığından, bu şahsa duyulan sevgi sınır tanımaz bir hale gelmiştir. Kişi, aklında konumlandırdığı insanın o insan olmadığını zaman içerisinde gördüğünde ise kendisinden hissî olarak soğuyacaktır.
Belirli bir coğrafyada komutan olarak ilahlaştırılmış bir insanın, o topraklarda yaşayanların geleceğini hiçe sayarak yaptığı eylemleri öğrenen biri, bu komutanın, komutanlığı ile birlikte kişiliğine de değer vermemeye başlayacaktır.
Âlim olarak kabul gören bir insanın, bildiklerini kendi yaşantısına uyarlamadığına şahit olan birisi, bu olaydan sonra, bu şahsın münafık olup olmadığına bile şüphe ile yaklaşacaktır.
Bu insan kimdir, yaptığı eylemler ile neye hizmet etmektedir. Kimlere faydası, kimlere zararı vardır. Bu eylemleri hangi amaç için, nerede ve ne şekilde yapmaktadır, gibi bir soruşturma yapılmış olsa değer verilecek her şey kendiliğinden yerini bulmuş olacaktır.
Sevgi insanın kişiliğine, karakter yapısına ve hizmet alanı içindeki konumu her ne ise ona göre derecelendirilmelidir. Bunu sınırda tutmak için inancınızın çizgilerini iyi belirlemeniz gerekir. Sizi temin ederim ki, kendilerini görüp tanımadan veya kim olduklarını bilmeden, değer atfettikleri o insanları gerçek anlamda tanıma olanağına sahip oldukları an, birçok kişi hayal kırıklığına uğrayacaktır. Eğer, görme imkânı bile bulamadığınız bir insanı tüm yanlışlarından arındırıp, hatasız, mutlak doğruları bilen biri olarak tanıyorsanız ve bütün değerleri kendisine vermiş olarak körlemesine seviyorsanız, yalnız hayal kırıklığı ile kurtulamaz, bunun için ahirette de azaba uğrayabilirsiniz. Çünkü bahsettiğiniz insan her kim olursa olsun, kendisine duymuş olduğunuz sevgi, yalnızca yaratıcıya verilmesi gereken sevgidir. Böylesi bir sevgiye yalnızca o layıktır. Bütün bu değerleri vermekle beraber “Allah’ı daha çok seviyorum.” deseniz bile Allah, verilmiş olan bu sevgiyi temel alarak kendisine ortak tutulmuş muamelesi edecektir.
ALLAH (c.c) şöyle buyuruyor:
Öyle insanlar vardır ki, Allah’tan başkasını O’na denk hale getirirler; tıpkı Allah’ı sever gibi severler. (böylece şirke düşerler, Allah yerine onlara bağlanırlar.) İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. Nitekim kendilerine uyulanlar, azabı görünce, uyanlardan uzaklaşacaklar ve aralarındaki bağlar kopacaktır. Uyanlar: “Keşke bizim için dünyaya bir dönüş olsa da, bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak.” derler. Böylece Allah onlara, hasretini çekecekleri işlerini gösterir. Onlar cehennemden çıkmayacaklardır.[118]
Hayatın her alanına sirayet etmiş bulunan ve olanca dehşeti ile varlığını gösteren bir durum olmasına karşın meseleyi, bu yönüyle, hiç kimse kendisine yakıştıramamaktadır. Bu tarzda yaşayan milyonlarca insan olmasına rağmen o milyonların içinden bu bilgiyi, “doğru mu” diye sorgulayan bir tek kişi bile yoktur. Cahiliye toplumları, doğrularını çoğunluklar ile belirlerler. Sorgusuz ve sualsiz kabul edilen bu bilgilere eleştirel bir bakış açısı getirdiğinizde ise tek savunmaları vardır, “Bu kadar insan bilmiyor da yalnız sen mi biliyorsun?”
Sonuç olarak, aklın yönlendirmelerini kendi yaşantımıza mevcut olan imkânlar ölçüsünde ayarlayabilmemiz demek, kulluk görevlerimizi de yine aynı oranda uygulama zeminini oluşturarak yapabilmek demektir. “Tamamı elde edilemeyen bir şeyin elde edilen kısmını da bırakmak gerekmez.” kuralı gereğince bu yönlendirmeler mümkün olan en iyi şekli ile ayarlanabildiklerinde akıl, çok güçlü ve şahsiyetli bir biçimde, içinde bulunduğu zamana ve gelecekte karşılaşacağı durumlara hazırlığını yapacaktır. Etrafınızda yaşamlarını sürdürenlere baktığınızda birçoğunun, bu yönlendirmeleri bilinçli olarak kullanmadığından, yaşamlarını mutsuz bir şekilde sürdürdüklerini göreceksiniz.
Bu mutsuzluğa nelerin sebep olduğunu ve insanların nasıl mutlu bir yaşam süreceğini Filibeli Ahmet Hilmi,[119]“A’mâk-ı Hayal”[120] isimli romanında, manevi hikâyeler ile şöyle aktarmaktadır: Büyük bir sarayın içinde, çok küçük bir pencerenin önünde bulunuyordum. Bu pencereden, içine binlerce kişinin sığabileceği genişlikte büyük bir oda görüyordum. Odanın duvarları, benim pencerem gibi küçük pencerelerle doluydu. Her birinin önünde bir kişi oturmuş, odayı seyrediyordu. Odanın içinde, zümrüt ve yakuttan yapılmış kürsülerin üstünde, başlarında taç olan, çoğunun yüzü peçeli, heybetli ve ağırbaşlı kimseler oturuyordu. Kürsülerin ortasında oturan zatın biri ayağa kalkıp:
— Beşeriyet[121] gelmiş. Bize bir soru soracakmış. Uygun bulursanız gelsin, dedi.
Orada bulunanlar uygun bulduklarını söylediler. Konuşma yapan zatın emri üzerine Beşeriyet’i odaya aldılar. “Beşeriyet” adındaki bu adam sakat ve sefil bir zavallıydı. Üzerindeki eski püskü elbiseleri ve sararmış yüzü, meclisin durumuyla büyük bir tezat oluşturuyordu. Başkan vekili ona:
— Ey Beşeriyet! Otur, rahat et ve sorunu sor, dedi. Fakat Beşeriyet oturmadı ve dedi ki:
— Oturmak, rahat etmek mi? Yazık! Yüz binlerce senedir oturup rahat edecek zamanın oldu mu diye bir sorun hele. Bir taraftan geçim derdi, diğer taraftan hastalıklar rahat etmek için vakit mi bırakıyor? Bu kadar sefil olmama rağmen, yine de intihar edemiyorum. Ben alçağın biriyim.
Bunları söylerken hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Bu durumdan son derece etkilenen meclisi hazin bir sessizlik kaplamıştı. Bütün üyeler zavallı Beşeriyetin acısını paylaşıyormuş gibi görünüyordu. Başkan vekili:
— Bu çok büyük bir mesele. Çözüme kavuşturulması başkanın gelmesine bağlı, dedi.
O sırada Beşeriyet dedi ki:
— En azından, bu kadar sefalete niçin katlandığımı, neden intihar etmediğimi anlasam?
Meclistekilerden biri ayağa kalkıp:
— İzin verirseniz şu zavallıyı teselli edeyim, dedi. Meclisin uygun görmesiyle şunları söyledi:
Ya Rab! Hayatta nedir bu lezzet?
Hayata rabteden[122] bu garip kuvvet!
Hayat ki bîbek[123]pür derd-ü keder,[124]
Yine emel o, nedir bu hikmet?
Bir an bırakmaz insanı rahat, Bin türlü âlâm,[125] derd-i maişet,
Çocukluğunda ağlar beşikte, Feryatla geçer o vakt-i ismet[126],
Civanlığında[127] bin türlü âmâl,[128]
Şeyhudetinde[129]bin türlü minnet,
Vakt-i ecelde mazi bir an, bir an için mi bunca sefalet!
Hatifi[130]bir ses verdi cevabı,
Dedi: Hayatta bu zevk-ü kıymet,
Âkiller için seyr-i bedayi[131],Câhiller için yemekle şehvet.
Beşeriyet derin bir ah çekti ve:
— Doğru, Doğru! Lütfen bana söyleyin, merhamet edin. Mademki hayattan tiksiniyorum, ama onsuz da yapamıyorum. Öyleyse saadetin[132] ne olduğunu bana söyleyin, dedi.
O sırada başkan geldi. Meseleyi anladı ve oradakilere:
— Haydi, şu zavallının sorusunun cevabını verin, dedi.
Oradakilerin bazıları şu şekilde cevap verdiler:
Hz. İbrahim:
— Saadet, çalışıp kazanmak ve kazanılanları başkalarıyla paylaşmaktadır.
Hz. Musa:
— Saadet nefsi, Firavun’un tutkuları gibi tutkulardan kurtarmaktadır.
Hz. Âdem:
— Saadet; şeytana ve Havva’ya uymamaktadır.
Konfüçyüs:
— Bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri sığdırmaktadır.
Platon:
— Daima yüce şeyleri düşünmektedir.
Aristo:
— Mantık! İşte saadet!
Zerdüşt:
— Saadet, karanlıkta kalmamaktadır.
Brahma:
— Saadet mi? Zannedilen şeyin aksidir.
Hz. İsa:
— Saadet; Maziyi unutmak, içinde bulunulan anı iyi değerlendirmek, geleceği düşünmemekle mümkündür.
Lokman Hekim:
— İnsanlar bu kelimeyi bütün dertlerini bir sözle ifade etmek için icat etmişlerdir.
Hızır Aleyhisselâm:
— Saadet, tutkuların giremediği gönüllerde aniden görülen bir hayalettir.
Bu sözler üzerine Buda öfke ile ayağa kalkıp:
— Ey Beşeriyet! Saadet, yok olmanın güzel isimlerinden biridir. Nirvana! Ey Beşeriyet! Nirvana, dedi.
Sonunda Beşeriyet yorgun bir hâlde yere düşüp:
— Oooff! Hangisi? Hangisi, diye söylendi kendi kendine.
İşte o zaman Başkan ayağa kalktı ve:
— Ey Beşeriyet! Saadet, hayatı olduğu gibi kabul edip, insana yüklediği yüklere razı olup, bunun daha iyi olması için gayret etmektir, dedi.
O sırada Beşeriyet ayağa kalktı ve:
— Ey Fahr-i Âlem Efendimiz! Beşeriyet’in dertlerini anlayan ve bunun ilacını bulan yalnızca sensin, dedi.[133]
[92] Müslim, Münafikun, 67
[93] Üstünlük kazanan, muzaffer olan
[94] Sahih-i müslim tercüme ve şerhi Ahmet Davutoğlu, süt emme 53
[95] Soyluluk, asillik, asilzadelik
[96] Allah’ın emir ve yasaklarına uymakta titizlik gösterme
[97] Derin bir keder içinde acı çeken, umutsuz bir insanın içinde bulunduğu durum.
[98] Örgütlenmiş bir topluluğun içinde bütünlüğü bozacak biçimde yeni bir topluluk oluşturma.
[99] Alışkanlık, dostluk, ahbaplık, yakınlık
[100] Ebu Davud, Edeb 16; Tirmizî, Zühd 45
[101] Tevbe suresi, 119. Ayet
[102] Maide suresi, 51. Ayet
[103] Ali İmran suresi, 118. Ayet
[104] Bakara suresi, 113. Ayet
[105] Münafikun suresi, 4. Ayet
[106] Nisa suresi, 138-139. Ayetler
[107] Bakara suresi, 14. Ayet
[108] Maide suresi, 81. Ayet
[109] Maide suresi, 82. Ayet
[110] Bakara suresi, 120. Ayet
[111] Tevbe suresi, 71. Ayet
[112] Maide suresi, 56. Ayet
[113] Nisa suresi, 45. Ayet
[114] Furkan suresi, 27–30. Ayetler
[115] Kendisine hitap edilen
[116] Allah’ın sevgili kulu, veli, (çoğulu) evliya, sevilen, güvenilen, yakın
[117] d.1935- ö. 16 ağustos 1977
[118] Bakara suresi, 165–167. Ayet
[119] Mutasavvıf ve düşünür (d.1865- ö.1914)
[120] Hayalin derinlikleri
[121] İnsanlık
[122] Bağlamak, bitiştirmek, bir şeye bağlamak
[123] Ebedi olmayan, sonu olan
[124] Dert ve keder dolu
[125] Acılar
[126] Günahsız zaman
[127] Genç, delikanlı, yakışıklı
[128] Emeller
[129] İhtiyarlık
[130] Gizli
[131] Güzellikler
[132] Mutluluk
[133] A’mâk-ı hayal, Filibeli Ahmed Hilmi, Serkan Özburun s. 86–89, Kaknüs yayınları
You Might Also Like
Kullanımlar (Sağlık, Para ve Zamanın Kullanımı)
Tevhid
Hadislerin Önemi