CAHİLİYYE: İslâm öncesi cahiliye günlerinde kadınlar, başın arkasında bağlanan bir tür başlık kullanırlardı. Gömleğin yakası da, boynun önünü ve göğsün üst kısmını dışarıda bırakacak şekilde açılırdı. Göğüsleri örtecek gömlekten başka bir şey yoktu ve saçlar bir veya iki çift örgü halinde arkaya bırakılırdı.[472]

İSLAM: Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle: Bir ihtiyaç için dışarı çıktıklarında örtülerini üstlerine alsınlar, vücutlarını örtsünler. Bu onların hür ve namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.[473]

Kur’ân-ı Kerim’de kadınların örtünmesiyle ilgili iki ayrı kavram üze­rinde durulmuştur; hımar ve cilbab. Hımar, başörtüsü demektir. Cenab-ı Hak, bunun örtülme şeklini ve kap­samını da belirlemiş bulunuyor. Şöyle ki: Mü’min kadınlara de ki: (Bakıl­ması haram olan şeylerden) gözlerini sakınsınlar; iffet ve namuslarını ko­rusunlar; süs yerlerini görünen kısımlar dışında açmasınlar; başörtüleri­ni yakaları üzerine (gelecek şekilde) örtünüp salıversinler.[474] Müfessir Kurtubî’nin de sahih tespitine göre: Bu ayet inmeden ön­ce Müslüman kadınlar başörtülerini sadece başlarını ve enselerini örte­cek şekilde örtünür; kulaklarını, boğaz ve gerdanlarını açık tutarlardı. (Bu) 31. ayet inince artık bu saydıklarımız yerlerini de örtecek şekilde başörtüleri­ni örtündüler. Böylece «hımar» kelimesi, sözlük anlamını aşarak ayette ifadesini bul­duğu şekilde başörtüsü anlamında terim hüviyetine girdi. Cilbab: Başörtüsünden daha büyük, bedenin önemli kısmını kaplar şekilde dış kıyafettir. İbn Abbas’a ve İbn Mes’ûd’a (Allah ikisinden de razı olsun) göre, Rıda’, yani ferace demektir. Ferace, bilindiği gibi kadınların sokakta giydikleri çarşaf veya pelerine benzer bol ve yakasının arka kıs­mı çok defa eteklere kadar uzanan üst giysidir. Kına’ ise, daha çok başı ve omuzları örten büyükçe bir örtüdür. Kurtubî bu konuda en sahih yorum olarak «cilbab» yüz ve eller dışında bedenin tamamını örten bir sokak elbisesidir, diyerek ilim adamlarının görüşünü belirtmiştir. Hz. Âişe (r.a.) validemiz ise, bu konuda şu bilgiyi vermiştir: “Sözü edilen cilbab ayeti inince Allah rahmet etsin Ensar kadınları futalarını ya­rıp onunla başlarını örterek Hz. Peygamber’in (s.a.v.) arkasında öylece na­maz kıldılar. O durumda sanki başlarının üstünde kargalar tünemiş gibiy­di.” Bu bakımdan diyebiliriz ki, İslâm Dini cihanşümul esas ve prensipleri doğrultusunda ve ahlâkî kuralları çerçevesinde kadınlarla ilgili kendine has örtünme ve kıyafet sistemi getirmek suretiyle cahiliye devrinin bu husus­taki bütün kötü âdet ve geleneklerini kökünden yıkmıştır.[475]

Bu hükümlerin inmesi ile birlikte Hz. Peygamber (s.a.v.) bazı düzeltmeler yapmıştır. Artık cahiliye adetlerinden bir iz bile kalmaması için, hepsini hassasiyet ile üzerinde durarak bildirmiştir. Kâfi derecede açıklayarak bir araya getiren Tefhimu’l Kuran tefsirinin yazarı Ebu’l-A’la Mevdudi, bu düzeltmeleri şu şekilde aktarmaktadır:

1) Başka erkeklerin (akraba da olsalar) bir kadını gizlice görmelerini veya kadının mahrem yakınlarının yokluğunda onunla oturmalarını yasaklamıştır. Hz. Cabir İbn Abdullah, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Kocaları evde bulunmayan kadınların yanına girmeyin, çünkü şeytan kan gibi sizin içinizde dolaşır. (Tirmizi) Yine, Hz. Cabir’in rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: Allah’a ve ahiret günü’ne inanan kimse, yanında mahrem bir yakını bulunmayan kadının yanına girmesin. Çünkü bu durumda üçüncü kişi şeytandır. (İmam Ahmed). İmam Ahmed, Amir b. Rabia’dan buna benzer bir hadis daha rivayet eder. Bizzat Hz. Peygamber (s.a) bu konuda son derece titizdi. Bir defasında, geceleyin hanımı Hz. Safiye’yi evine getirirken, Ensar’dan iki adam yanlarından geçer. Hz. Peygamber (s.a.v.) onları durdurarak şöyle der: “Yanımdaki kadın karım Safiye’dir.” Onlar da “Sübhanallah ey Allah’ın Rasûlü, senin hakkında hiç şüphe edilir mi? derler. Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verir: “Şeytan insanın vücudunda kan gibi dolaşır. Zihinlerinize kötü bir düşünce yerleştirir diye korktum.” (Ebu Davud)

2) Hz. Peygamber (s.a), erkeğin elinin namahrem kadının bedenine dokunmasını tasvip etmemiştir. Bu yüzden, biat esnasında erkeklerin elini sıkarken, bunu kadınlara karşı hiç yapmamıştır. Hz. Aişe, Hz.Peygamber’in hiç bir yabancı kadına dokunmadığını söyler. Kadınlarla sözle biatlaşır ve bu bitince de, “Gidebilirsiniz, biatınız tamamdır” derdi. (Ebu Davud)

3) Kadınların yanlarında mahremleri bulunmadan veya namahremle birlikte yolculuğa çıkmalarını şiddetle yasaklamıştır. Buhari ve Müslim’in İbn Abbas’tan rivayetine göre, Hz.Peygamber (s.a.v.) bir hutbelerinde şöyle buyurmuşlardır: “Hiç bir erkek, yanında mahremi bulunmadığı sürece yalnızken bir kadının yanına giremez ve hiç bir kadın, yanında mahremi bulunmadan tek başına yolculuğa çıkamaz.” Bir adam kalkar ve der: “Karım Hacc’a gidecek, fakat bana bir sefere katılma emri verildi.” Hz. Peygamber buna şöyle karşılık verir: “Karınla Hacc’a gidebilirsin.” Aynı konuda sahih hadis kaynaklarının İbn Ömer, Ebu Said el-Hudri ve Ebu Hüreyre’den rivayet ettikleri hadislerde, Allah’a ve ahiret günü’ne inanan müslüman bir kadının yanında mahremi olmadan yolculuğa çıkamayacağı ifade edilmektedir. Şu kadar ki, yolculuğun uzunluğu ve süresi hakkında bazı farklı rivayetler vardır. Bazı rivayetlerde, yolculuğun asgari sınırı 12 mil olarak gelmekte, bazıları bir gün, bir gün bir gece, iki gün veya hatta üç günlük bir süre koymaktadır. Bu farklılık, rivayetlerin sıhhatine gölge düşürmediği gibi, içlerinden birini diğerlerine tercihle kabul etmemizi de gerektirmez. Rivayetlerin arasını bulmak için, Hz. Peygamber’in (s.a) farklı durumlarda şartlara ve durumun gereğine göre farklı talimatlarda bulunduğu söylenebilir. Sözgelimi, üç günlük yolculuğa çıkan bir kadın mahremsiz çıkmaktan yasaklanırken, bir günlük yolculuğa çıkan bir başkası da aynı şekilde yasaklanmış olabilir. Burada ana sorun, farklı durumlarda farklı kişilere farklı talimat vermek değil, İbn Abbas hadisinde ifade olunduğu üzere, bir kadının mahremsiz yolculuğa çıkamayacağı ilkesidir.

4) Hz. Peygamber (s.a.v.) cinslerin serbestçe karışımına uygulamalarıyla engel olduğu gibi, bunu şifahen de yasaklamıştır. İslâm’da Cum’a ve cemaat namazlarının önemi herkesin malumudur. Cum’a namazı bizzat Allah tarafından farz kılınmış, cemaatle namazın öneminin derecesi ise şu hadiste ifadesini bulmuştur: “Eğer bir kişi gerçek bir özrü olmaksızın mescide gelmez ve namazını evde kılarsa, Allah bu namazını kabul etmeyecektir.” (Ebu Davud, İbn Mace, Darekutnî, Hâkim, İbn Abbas’tan) Böyleyken Hz. Peygamber (s.a.v.) kadınları Cum’a namazından muaf tutmuştur. (Ebu Davud, Darekutnî, Beyhakî) Cemaatle namazlara gelip gelmemeleri konusunda ise kadınları serbest bırakmış ve “Mescidlere gelmek isterlerse kendilerine engel olmayın” buyurmuşlardır. Bununla birlikte, kadınların namazlarını evde kılmalarının mescidde kılmaktan daha faziletli olduğunu da belirtmekten geri durmamışlardır. İbn Ömer ve Ebu Hureyre şu rivayette bulunurlar: “Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescidlerine gelmekten men etmeyin.” (Ebu Davud). İbn Ömer’den gelen diğer rivayetler de aynı mealdedir: “Kadınların geceleyin mescidlere gelmelerine izin verin.” (Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesaî, Ebu Davud). Ve “Evleri, kendileri için mescidlerden daha iyiyse de kadınlarınızı mescidlere gelmekten alıkoymayın.” (İmam Ahmed, Ebu Davud). Ümmü Nümeyd es-Saîdiyye bir keresinde Hz. Peygamber’e : “Ey Allah’ın Rasûlü! Namazımı senin imamlığında kılmayı çok arzu ediyorum” der. Rasul-i Ekrem (s.a) şöyle cevap verir: “Namazını odanda kılman taraçada kılmandan hayırlıdır. Namazını evinde kılman, yakınınızdaki mescidde kılmandan hayırlıdır, namazını yakınınızdaki mescidde kılman ana mescidde kılmandan hayırlıdır.” (İmam Ahmed, Taberanî). Ebu Davud, Abdullah İbn Mes’ud’dan aynı mealde bir rivayette bulunur. Hz. Ümmü Seleme’ye göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Kadınlar için mescidlerin en hayırlıları evlerinin en iç bölmeleridir.” (İmam Ahmed, Taberanî). Hz. Aişe, Emeviler zamanında hâkim olan şartları görünce, “Hz. Peygamber kadınların bu tür davranışlarına şahit olsaydı, İsrailoğluları kadınlarına yapıldığı gibi, onları da mescidlere girmekten mutlaka men ederdi.” (Buhari, Müslim, Ebu Davud) Hz. Peygamber, Mescidi’nde kadınların girmesi için ayrı bir kapı ayırmış ve kendi zamanında Hz. Ömer de erkeklerin bu kapıdan girmelerini yasaklayan kesin emirlerde bulunmuştu. (Ebu Davud) Cemaatle kılınan namazlarda kadınların erkeklerin arkasında ayrı saf tutmaları emrolunmuştur, ayrıca, namazın bitiminde Hz.Peygamber ve ashabı, kadınlar erkeklerden önce mescidden çıksınlar diye bir süre beklerlerdi. (İmam Ahmed, Buhari) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur: “Erkekler için safların en iyisi ön saf, en kötüsü de (kadınların safına en yakın olan) son saftır, fakat kadınlar için safların en iyisi en son saf, en kötüsü de (hemen erkeklerin arkasındaki) ön saftır.” (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesaî, İmam Ahmed) Kadınlar bayram namazlarına da katılırlardı. Şu kadar ki, erkeklerden ayrı kapalı bir yerde bulunurlardı. Hutbeden sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) kendilerine ayrıca hitabede bulunurdu. (Ebu Davud, Buhari, Müslim). Bir keresinde Hz. Peygamber erkeklerle kadınları kalabalık içinde yan yana giderlerken gördü ve kadınları durdurarak şöyle dedi: Yolun ortasından yürümeniz doğru değildir, kenarlardan yürüyün. Bunu duyan kadınlar hemen duvar boyunca yürümeye başladılar. (Ebu Davud) Bütün bu hükümler, kadın-erkek karışık toplantıların İslâm’ın ruhuna bütünüyle aykırı olduğunu gösterir. Erkeklerle kadınların Allah’ın kutsal evlerinde namaz için yanyana durmalarına izin vermeyen İlâhî kanunun onların okullarda, dairelerde, kulüplerde ve diğer toplantı yerlerinde serbestçe bir arada bulunmalarına izin vermesi düşünülemez.

5) Kadınların normal ölçülerde makyaj (süslenme) kullanmalarına izin, hatta bu konuda talimat vermiş, fakat aşırı makyajı (süslenme) kesinlikle yasaklamıştır. O dönemde Arap kadınları arasında geçerli olan makyaj ve süs çeşitlerinden aşağıdakileri lânetlemiş ve toplum için yıkıcı bulmuştur:

a) Daha uzun ve sık göstermek için saça fazladan yapay saç takmak,

b) Vücudun çeşitli kısımlarına dövme yapmak ve yapay benler meydana getirmek,

c) Belli bir görünüm vermek için kaşları yolmak veya daha açık bir görünüm kazandırmak için yüzdeki tüyleri yolmak,

d) Daha çok inceltmek için dişleri ovalamak, ya da dişlerde yapay delikler açmak,

e) Yapay bir renk ve görünüm kazandırmak için yüzü safran veya daha başka kozmetiklerle ovmak.

Bu talimatlar Kütübü Sitte ve Müsned’i Ahmed’de Hz. Aişe, Esma bint-i Ebu Bekir, Hz. Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve Emir Muaviye’den güvenilir ravilerce rivayet edilmektedir. Allah ve Rasûlü’nün bu apaçık hükümlerini öğrendikten sonra, bir müslümanın önüne iki yol açılır. Ya günlük hayatında bu hükümleri uygulayıp kendisini, ailesini ve toplumunu, ortadan kaldırılmaları için Allah ve Rasûlü‘nün böylesine ayrıntılı hükümleri koyduğu kötülüklerden temizleyecek, ya da bir takım zaafları nedeniyle bu hükümlerin bir veya bir kaçını çiğneyip, hiç olmazsa günah işlediğini bilecek ve bunu böyle kabul ederek, yaptığına fazilet etiketi vurmayacaktır. Bu seçeneklerin dışında, Kur’an ve Sünnet’in açık hükümlerine aykırı olarak, Batı türü bir hayat tarzını benimseyenler ve sonra da Müslümanlığı kimseye bırakmayıp, İslâm’da örtünme diye bir şeyin olmadığını açıkça iddia edenler, yalnızca itaatsızlık suçunu işlemekle kalmazlar, aynı zamanda cahilliklerini ve münafıkça inatlarını da sergilemiş olurlar. Böyle bir tavır, ne dünyada doğru düşünen biri tarafından onaylanabilir, ne de ahirette Allah’ın nimetine hak kazanabilir. Fakat gel gör ki, müslümanlar arasında yer alan ve münafıklıklarında öylesine mesafe katetmiş bulunan birtakım münafıklar, ilahi hükümleri gerçek dışı görerek reddetmekte ve gayrı müslim toplumlardan ödünç aldıkları yaşama biçimlerinin doğru ve gerçeğe dayalı olduğuna inanmaktadırlar. Böyleleri asla müslüman değildirler, eğer müslüman sayılacak olurlarsa, İslâm ve İslâm dışı kelimeler bütün anlam ve önemini yitirecektir. Eğer müslüman adlarını değiştirmiş olsalar ve İslâm’ı terkettiklerini açıkça ifade etseler, o zaman hiç olmazsa medenî ve manevî cesaretlerinin bulunduğunu söyleriz. Ama bu kişiler tüm yanlış tavırlarına rağmen, kendilerini müslüman olarak sunmaya devam etmektedirler. Dünyada bunlardan daha bayağı bir insan sınıfı herhalde bulunamaz. Böylelerinden, böylesi bir karakter ve ahlâk taşıyanlardan her türlü yalan, hile, aldatma ve iffetsizlik beklemek mümkün değil midir?[476]

GÜNÜMÜZDE:  Cahiliye misalinin kabul görmüş giyim şekli, günümüzde de aynı tarzları ifade etmektedir. Hicab, bir şeyi örtmek veya bir şeye engel olmak demektir. Kuran’da bu ayetler hicap ayetleri olarak bilinmesine rağmen, “setr” kökeninden türemiş olan tesettür kelimesi, Türkçede daha çok kullanılmaktadır. Bugün tesettür bazı kesimler için ideolojik bir mesele olarak ele alınmaktadır, fakat asıl problem bu değildir. Temel mesele, tesettürün neden kullanılması gerektiğini bilmeyen Müslümanlardır. Meselenin büyüklüğü, bilinçsiz Müslümanların çokluğu ile aynı orantıdadır. Tesettürü kullanan ya da kullanmayan ve tesettürün neden kullanıldığını öğretecek ya da öğrenecek olan kişinin yeterli bilgi sahibi olmaması sonucunda, meseleye de İslami şuur ile yaklaşılmamaktadır. Tesettürü kullanmayan kadınlarımızın kazanılması, kullananların ise bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Burada görev ilk aşamada ebeveyne[477] düşmektedir. Sonrasında ise bilgilenmek üzere ilgili kitaplara başvurulması lazımdır. Sahabe bir şeyi öğrendiği zaman, bunu hemen evlerinde olan eşleri ve evlatları ile paylaşırdı. Böylece tek taraflı cennet arzusunun oluşması önlenir, bilginin hayata uyarlanması daha kolay ve istekli olurdu. Örneğin, Nur suresi 31. ayeti kerimesi inince Müslüman kadınlar başlarını, göğüslerini ve sırtlarını bütünüyle örten bir başörtüsü takmaya başladılar. Müslüman kadınların bu hüküm karşısındaki davranışlarını Hz. Aişe (r.a.) canlı bir biçimde anlatır: Nur Suresi inip, halk muhtevasını Hz. Peygamber’den (s.a.v.) öğrenince doğru evlerine koştular ve ayetleri karıları, kızları ve kız kardeşlerine okudular. Ayetlere anında cevap geldi. Ensar kadınları hemen kalkıp, ellerine geçen bez parçalarından başörtüleri yaptılar. Ertesi sabah namaz için Mescid-i Nebevi’ye gelen tüm kadınlar başörtülüydüler. Bir başka rivayette, Hz. Aişe ince bezlerin bırakılıp, bu amaçla kadınların kalın bez seçtiklerini anlatır.[478] Bu etkinin bir anda kitleleri bağlayan bir tepkiye dönüşmesi, kadınların İslam dini hakkında bilgi sahibi oluşlarının ve bilginin getirisi olarak, olaylara tepkisiz kalmayışlarının göstergesidir. Bilgisiz ve tepkisiz olarak yaşantılarını sürdüren kadınları ayet şu şekilde haber vermektedir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Evlerinizde vakarla oturun; eski cahiliyet günlerindeki gibi kırıtarak (sokaklarda) süs ve güzellik­lerinizi dışarı atmayın. [479]

Bu ayeti kerime hakkında, Asr’ın Kur’an Tefsiri müellifi[480]şöyle demektedir: “Eski cahiliyet devri, fetret dönemi olmakla beraber, her asırda cahiliyetin ayrı bir kılıkla ortaya çıktığı unutulmamalıdır. Ardarda gönderilen peygamberler hemen her devirde ve her yerde cehaleti gidermeye, kötü ve çirkin âdetleri kaldırmaya ve onların yerine ilâhî düzen ve medeniyeti ge­tirmeye çalışmıştır. Cahiliyet devri kadınlarının çoğu birbirine benzerdi; ancak değişik kı­lıkta gezip tozmuşlardır. Hak dinin medeniyet havasını teneffüs etme im­kânına erişenler ise, bu genellemenin her zaman dışında kalmış ve örnek olma düzeyinde bulunmuşlardır. Cahiliyet devrinde kadınların ölçü tanımaz davranışlarını müfessirlerimiz şöyle tespit edip özetlemişlerdir:

a) Baş açık, saçlar bazan dağınık, bazan süslenmiş; gerdan ve göğüs­ler yarı açık bir halde sokağa çıkarlardı.

b) Giyindikleri entari iki yandan yırtmaçlı olur; yürüdükleri zaman ba­cak ve baldırları görünürdü.

c) Kırıtarak, cilvelenerek, güzel kokular sürünerek gezip dolaşırlar ve her vesileyle erkeklerin dikkatini kendilerine çekerlerdi. Anlaşıldığı gibi, yirminci asrın cahiliyeti de belirtilen konuda o dönem­den geri kalmamakla beraber, daha da ileri bir safhada kendini yer yer, ülke ülke hissettirmektedir. İslâm Dini bu şekil sokağa çıkışları yasaklarken, önce kadının namus ve iffetini korumayı, sonra da onun annelik vakar ve şerefini güvence altı­na almayı; her türlü kötü nazardan onu uzak tutmayı ve toplum içinde ona saygınlık kazandırmayı amaçlamıştır. Aynı zamanda aile yuvasını kutsal bir düzeyde tutmayı, kem gözlerden sakındırmayı; komşular arasında na­mus ve iffet perdesine güven damgasını vurmayı hedeflemiş ve sağlam karakterli, dürüst ve faziletli, imanlı ve ahlâklı nesillerin ana kucağında, baba ocağında eğitilip yetiştirilmesini plânlayıp bunun için gerekli bütün müfredatı belirlemiştir. Şüphesiz kadının cahiliyet devri yaşantısına özenti duyması veya o havaya girmesi bütün bu amaç ve plânları yıkar. Birbirine kardeşçe yak­laşmayan, güvenmeyen şehvet müptelalarının çoğalmasını hızlandırır.’’[481]

Tesettür, “setr” kökünden gelmektedir. Sözlükte kapanıp gizlenme, örtünme anlamına gelir. Dinde, kadınların nâmahremlere vücutlarının haram kısımlarını örtüp göstermemeleri anlamına gelmektedir.

[472] El-keşşaf, cilt: 2, sh. 9, İbn kesir, c: 3, syf. 283–284

[473] Ahzab suresi, 59. Ayet

[474] Nur suresi 31. Ayet

[475] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an tefsiri, Anadolu yayınları: 9/4895–4896

[476] Tefhimu’l kuran, Mevdudi, İnsan yayınları c.3 s.533- 536

[477] Ana ve baba

[478] İbn kesir, cilt: 3, sh: 284

[479] Ahzab suresi 33. Ayet

[480] Yazar

[481] Celal yıldırım, ilmin ışığında asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu yayınları: 9/4853–4854