ALLAH (c.c) şöyle buyuruyor:

Bir toplum, kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını (ahlâk ve güzel amelleri) değiştirici değildir. Allah şüphesiz işitendir, bilendir.[10]

Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayet ile ilgili olarak şöyle der: Allah Teâlâ bir kavme, bir topluma ihsan ettiği nimeti durup dururken değiştirecek değildir. Ta onlar kendilerindekini değiştirinceye kadar. Yani onlar, o nimete erdikleri zaman kendilerinde o nimete sebep ve vesile olan fıtrî misakı, ahlâk ve güzel amelleri, kendileri bozup değiştirinceye kadar, huylarını değiştirinceye kadar Allah’ın o nimeti değiştirmesi, Allah’ın âdetlerinden değildir. İlâhî âdet, kişisel sebeplere dayalı olarak verdiği nimetin değişmesini de yine kişisel huyların ve davranışların değişmesi sebebine bağlamıştır. Ki insanın sorumluluğu da buna dayanır. Sebeplerin birincisi işte budur. İkincisi de Allah kesinlikle her şeyi işitir ve bilir. Çünkü Allah herkesin iç yüzünü bilir, ne söylediğini de işitir. Onun gözünden hiç kimse bir şey kaçıramayacağı için, O da ona göre hesaba çeker. Şu halde akıl ve irade, küfür ve iman, ahlâk ve amel gibi kişisel sebeplere bağlı olan nimetlerin dışındaki doğrudan doğruya alınıp verilen nimetler bu konunun dışındadır. Hiç şüphe yok ki, bu konuda bütün kişisel sebeplerin kıymeti, nimet veya nimet sayılan şeylerin gerçek yüzünü tanıtan ayetleri tanıyıp tanımamaktan ileri gelmektedir. Bir kimsenin kendi fıtratını ve fıtratıyla ilgili ahdini bozması ve kendisine varid olan sezgi ve delillerin yardımıyla hakkı duymaması ve duymak istememesi elindeki nimetin değişmesine sebep olur. Yine bir kavmin, kendi içinde veya dışında bulunan ve kendilerine ilâhî ahkâmı tebliğ eden hak rehberlerinin davetini duymak ve tanımak istememesi, toplumsal şuur ve zihniyetlerinde öyle bir bozukluktur ki, bu da onların ellerindeki nimetlerin değişmesine ve elden çıkmasına sebep olur.[11]

İslâm’da, doğru bilgi bilenle bütünleştiği zaman, bilenin peşi süre gidilmesi bilgiye duyulan ihtiyacın tam karşılığı olarak aktarılır. Çünkü bilgi tam olarak alınsa da tecrübe ile vücut bulamadıktan sonra, o bilgi yaşamdan, pratik hayattan uzak kalır. Sadece bilgiyi alan, nefsini tetikler. Şeytanı sevindirir ve “En iyi ben bilirim” dedirtir.

Dikkat edin hadis kitaplarında bolca rastladığımız bir durum vardır. Herhangi bir konu hakkında Efendimiz (a.s.) “Şu nedir bilir misiniz?” diye sorduğunda, bütün sahabelerin cevap olarak “Allah ve Resulü bilir” demelerindeki mantık da budur işte. Kişinin bilmeme ihtimali olmayan çok basit bir bilgi bile olsa bu, sürekli cevap aynı gelir. “Allah ve Resulü bilir.”

Onlar için böyle demelerinin sebebi Allah’a ve Resulü’ne itaat etmelerinden ileri gelir. İtaat ise inanç ile oluşur. İnancın doğru bir bilgi olarak savunulması da ancak bilginin getirisini uygulamak ile olur. İslâm’ın ‘teslim olmak’ anlamında oluşu da ancak bu manada hayat bulur. Neye inandığını bilmemek, neden teslim olunması gerektiğini de bilmemek demektir.

Doğru bilgi, yaşam içerisindeki eylemlerden yanlışlık olasılıklarının arıtılmasıyla zihinlerde oluşturulan bir kanaattir. Bütün insanlığı birbiri ile çatıştıran, ilişkileri düzenleyip tanıştıran, uluslar arası antlaşmalara ulaştıran, kişinin ölümü ile yaşamı arasında gerek bireysel, gerekse toplumsal oluşum sürecindeki eylemlerini hazırlayan her şey doğru bilgidir. Sorulması gereken soru burada şu olmalı…

Neden o doğru bilgi, insanların yaşamlarını düzenleyecek olmasına rağmen, genellikle yıkılan bir düzen üzerine bina edilmeye çalışılmaktadır. Neden insanlarda ki mevcut bilgi, doğru olarak kabulü oluşsa bile, kendisi ile bütünleştirmiyor, acaba?

Oysaki doğru bilginin, insanın yaşamını, insanlığını, haysiyetini, bilincini artırır bir biçimde ona değer katması gerekir. Doğru bilginin getirisi, insanın hayatını düzenlemeyecek ise, bundan sonra o insanın hayatını daha etkili düzenleyebilecek ne olabilir ki?

İnsanların çoğunun kendi doğruları olmasına rağmen, insanlar o bilginin pratik hayata olan getirisini çoğu zaman kabul edip uygulamazlar. Çok enteresan değil mi? Yaşam içerisinde kabul ettikleri doğrular var ama arkasında duramadıkları da yine o doğrulardır…

Zaten insan kendisine karşı tam olarak dürüst de değildir. Dürüst olmayışı ahlâk anlayışından ileri gelir. Ahlâk, bilgi ile bilenin yaşamsal olarak bütünleştiğinde meydana gelir. Yoksa neden doğru bilgi kişinin kendisinde mevcut iken, bilginin gereklerini uygulama gereği hissetmez ki?

Bu aslında çok çirkin ve çirkin olduğu kadar da geneli kapsayan, üzücü bir durumdur. Birkaç kişi değil yani bu ayıbı işleyen. Belki de çoğunluk işlediği için ayıp olmaktan çıkmış demek daha doğru olacaktır.

Günümüzde doğru bilgi, başkalarına bilgiyi ispatlama ihtiyacı hissedilen durumlarda kullanılır bir hal almıştır. İnsan, her hangi bir iddialaşmayı kazanmak için doğru bilgisine gerek duyar ama kendi iç dünyasından uzakta, bildiklerini hayatına indirgeyemeyen bir anlayışla da hayatını sürdürür. Sevgisini ispatlamak için bildiklerinin arkasında durmayı haysiyet meselesi haline getirir ama sevgiliye ispat edilecek sevgiyi, kendi iç dünyasında sürekli erteleyerek yaşamını sürdürür, insanoğlu.

Ne yazık ki, kişinin kendinde doğru kabul ettim dediği bilgi,  hangi amaca yönelik olursa olsun, kazanmış olmak için verilen savaşta, kullanılan bir araç olmuştur. Oysaki doğru bilgi, araca değil amaca hizmet etmelidir.

Kişinin Rabbi ile olan ilişkisinde de durum aynıdır, değişmez. Bu anlamda iki türlü inanan vardır. Birincisi ibadetlerine dikkat etmeyen ama yaratıcının varlığında şüphe etmeyen kuldur. İkincisinde ise yaratıcının varlığını kabulden sonra onun emirlerini hayatına uygulamaya koyulan ve bu uygulamayı da kendisinde olmazsa olmaz yaşam tarzı olarak kabul eden kuldur. İkisinin de ortak özellikleri yaratıcının varlığını kabul edip, sevdiklerini her zaman dile getirmeleridir. Fakat ikincisi bununla yetinmeyip yaratıcının kudretini, azametini, her şeyi an ve an görüp duyduğunu bilerek, hesap soruculuğu gibi sıfatları üzerinde düşünüp onun dediklerini hayatına geçirmekte yani amele çevirmekte anlık bir tereddütte bile bulunmaz. Namaz, oruç, zekât, hac, sadaka, v.b. gibi ibadetlerin yapılışı, sevgiliye hissedilen sevgiyi ispatlar nitelikteki eylemler değil midir?

İnsan ancak kendi gibi ölçüsüz bir sevgiliye yalnızca “seni seviyorum” demekle kâfi derecede ikna edebilir. Gerçekte ise bu cümle, sevgiliye arz edilmiş ikna kabiliyetinin gücü ya da ispatı değil, sevginin kime ispatlanacağını gösteren adresin adı olmalıdır. “Seni seviyorum, ama dediklerinin benim için önemi yok” veya “benim için yapmamı istediklerini yapmıyorum” edasında sürdürülen bir hayat, her türlü noksanlıktan münezzeh olan sevgiliyi ikna etmeye yetmez. İşte kul için sevgiliye duyulan sevgi de, böyle vücut bulmalıdır hayatlarda…

Buraya kadarki öz eleştirilerimizi müminin vazgeçilmez üslûbu olan Kuran-ı Kerim’i hakem tayin ederek, başvurmak gerekirse;

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor:

Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz?  Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız? Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu şüphesiz huşu duyanların dışındakiler için ağırdır. Müminler ise şüphesiz, Rableriyle karşılaşacaklarını ve (yine) şüphesiz, O’na döneceklerini bilirler.[12]

“Bu ayetler o zamanki İsrail oğullarına inmiştir” diyenler için İbni Kesir (r.a.) şöyle der: “Zahire göre bu ayet her ne kadar İsrail oğullarını uyarmak sadedinde bir hitap ise de sadece onlar kast edilmemektedir. Aynı zamanda bu ayet hem onlar hakkında hem de başkaları hakkında umumîdir. Bununla ilgili olarak şunları ekleyelim. Kuran-ı Kerim’de şu ya da bu şekilde müminlere yönelik olmayan bir tek ayet dahi yoktur. Çünkü Allah (c.c)’ın kitabından gereken şekilde yalnızca onlar yararlanırlar. Buna göre şimdiye kadar ve bundan sonra geçecek bütün buyruklarda bu kaideyi göz önünde bulundurmamız gerekir ki her ayetten nasibimizi alabilelim.[13]

Hayatlarını doğru bilginin getirisine uymayarak sürdüren insanların en vahim durumları da bunu yaşam felsefeleri haline getirmeleridir. Artık kendi doğrularını da bu çizgi üzerinde oluşturmaya başlarlar.

“Adam dediğin sözüne sadık olmalı”, “Borcuna sadık olacaksın, gününde vereceksin”, “Hayatta yalan söyleyeni sevmem, hatta nefret ederim”, “Bize para pul lâzım değil, önce insan, insan olacak.” v.b… gibi insanlığa, ahlâka ve güvene dayalı cümleler kurarlar, kendilerinde ise bu özellikler hiç bulunmaz. (Sorsan) “Niye böyle yapıyorsun diye?”.“Bu zamanda böyle olmazsan, sana iş de vermezler, aş da vermezler, kız da vermezler” diye bir de akıl verir. Doğruyu biliyorlar, yapmıyorlar, bununla beraber yapmayanı da eleştirebiliyorlar. Yani bu söylemleri amaçları için değil de, anlık çıkarlarına ulaşmak gayesi ile araç olarak kullanıyorlar.

İşte bu da Kur’ani kavram ile münafıklığın ta kendisidir. Münafıklar, inanan insanların içinde bir grup olmalarına rağmen, (bazıları başka gezegenden ithal geliyor, zannediyorlar) kimsenin kendisinde kabulü mümkün bulunmayan bir sıfattır. Sarhoş olduğunu bile kabul eden birilerine şahit oldum fakat bir münafığın, “ben münafığım” dediğini ne duydum ne de herhangi bir kayıtta gördüm.

Sahabenin bir ömür boyu “ben, münafık mıyım” veya “münafık mı oldum, acaba” şeklindeki sorularını, günümüz Müslümanları ömürlerinde bir defa kendilerine sormazlar. Çünkü Kuran-ı Kerim, Müslümanlar için doğru yol gösterici bir rehber olarak kullanılmamaktadır.

Bunun sebebi ise kendimizi yeterli görmemizdendir. Bu yeterlilik, yaşantımızı Kuran’a uydurmaktansa, Kuran’ı kendi yaşantımıza uyarlama gayesi taşımaktan kaynaklanır. Acıdır ama toplumun genelinden çıkan gerçek de budur. Oysa doğruyu yanlıştan ayırt etmek için Kur’an hakem tayin edilse, Allah’ın katında kim olduğumuzu ve ne olduğumuzu anlarız, hem de hayat içerisinde körü körüne bağlandığımız fikirlerin veya insanların gerçekte neye hizmet ettiklerini daha iyi anlamaya ve kavramaya başlarız.

Dikkat ederseniz doğru bilginin gereklerini insanın hayatında uygulamaması, kişinin münafık olmasına sebep oldu.

Kuran’ın karşı çıktığı bir yargı, insanı, itikadi ise kâfir, ameli ise fâsık[14], ahlâkî ise münafık[15], emir ise zındık[16], yasak ise facir[17] eder. Bu, bildiklerimiz ile amel etmemiz hususunda bizi düşündürmesi gereken çok önemli bir durumdur. Vallahi, ruh ile bedenin ayrılması esnasında da (ölüm), yaratıldığımız maddeye geri dönüşte de (toprak), hesap günü Allah’ın tekrar yaratılışı gerçekleştirmesinde de (mahşer), yalnız başınıza olacaksınız.

Rabbinizin rızasına uygun yaşamış kulda olsanız, Kuran’ın tarif ettiği münafık da olsanız, Allah’a has olan hakkı başkasına hisse vererek yaşamış müşrikte olsanız, yaratıcıyı inkâr eden bir mahlûk da olsanız, bu yalnızlığa mahkûm edilecek, yalnız hesap verecek ve yalnız yargılanacaksınız. İşte bu anlamda hepimizin birer Ebu Zer (r.a.) olması gerekmektedir ki, merhamete uğrayalım. Müşrik olan halkın yüzüne karşı ilk tevhidi ilân eden ve kınayıcının kınamasından korkmadan ilk haykırışı o yapmıştı.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:

  • Allah Ebu Zer’e rahmet etsin, O yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız haşr olur.

[10] Enfal suresi, 53. Ayet

[11] Hak dini Kur’an dili (sadeleştirme)1992, 4.cilt, syf. 243

[12] Bakara suresi, 44–46. Ayetler

[13] El esas fit-tefsir 1.cilt syf.152

[14] Büyük günahı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse

[15] İkiyüzlü, araya nifak sokan, ahdinde durmayan, inanmadığı halde inanır görünen

[16] Dinsiz, âhirete inanmayan

[17] Günah işleyen (açıktan)