İslâmî konuları farklı açılardan ele alıp tartışan siyasî ve itikadî fırkaların ortaya çıktığı hicrî I. yüzyıldan günümüze kadar bazı grup veya şahısların hadisler üzerinde genel kabule ters düşen fikirler ileri sürdükleri bilinmektedir. Günümüzde ve yakın geçmişte büyük ölçüde şarkiyatçıların tesirinde kalan çoğu Mısırlı bazı âlimlerle Hindistan’da ortaya çıkan bazı gruplar, eldeki hadislerin sağlamlığı ve Hz. Peygamber’e aidiyeti hususunda şüphe uyandırmışlar; bunun sonucunda bir kısım aşırı görüş sahipleri hadislere hiçbir şekilde güvenilmemesi ve tamamen Kur’an’la yetinilmesi gerektiğini ileri sürerken nisbeten mutedil bazı kimseler de cennet ve cehennemin tasviri gibi olaylara (gayb) dair hadislere güvenilemeyeceğini savunmuşlardır.

İslâm dünyasındaki hadis muhaliflerinin belli başlı iddialarını şu şekilde sıralamak mümkündür: 

1. Hz. Peygamber hadislerin yazılmasını yasaklamışken daha sonraki devirlere binlerce hadis güvenilir şekilde intikal edemez; dolayısıyla III. (IX.) yüzyıl gibi çok geç bir dönemde derlenip tedvin edilen hadis kitaplarına güvenilemez. Hadisin tarihi incelenirken belirtildiği gibi Resûl-i Ekrem, kendi sözlerinin Kur’an ile karışması ihtimalinin bulunduğu ilk dönemlerde hadislerin yazılmasını genel olarak yasaklamakla beraber bazı sahâbîlere özel şekilde yazma izni vermiş ve bir müddet sonra da bu yasak kalkmıştır. Hz. Peygamber’in yaptığı antlaşmalar, krallara, kabile başkanlarına, kendi kumandan ve valilerine gönderdiği mektuplar, zekât memurlarına verdiği yazılı emirler onun hadislerinin ilk yazılı belgeleridir. Bazı sahâbîlerin hadisleri yazdığı veya yazdırdığı sahîfeler de sünnetin ilk yazılı örneklerindendir. Öte yandan Araplar, kültürlerini daha sonraki nesillere aktarma konusunda yazılı edebiyat kadar sözlü rivayete de önem vermişler, ezberlediği hiçbir şeyi unutmadığını söyleyen İbn Şihâb ez-Zührî gibi hadis hâfızları (İbn Hacer, Tehẕîbü’t-Tehẕîb, IX, 448) yetiştirmişlerdir. Hadislerin ilk râvileri olan sahâbî ve tâbiîler ise hadislerin nakli hususunda Hz. Peygamber’in, “Size öğrettiklerimi iyice belleyip buraya gelemeyen halka öğretiniz” (Buhârî, “Îmân”, 40); “Burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsin” (Buhârî, “ʿİlim”, 9, 37) şeklindeki tavsiyelerini dinî sorumlulukla yerine getirerek hadisleri hem yazılı hem de şifahî olarak rivayet etmişlerdir. İleri gelen sahâbîlerin pek az hadis rivayet ettiği iddiası temelsiz olduğu gibi Resûl-i Ekrem’in hadislerin nakledilmesine karşı çıktığı, buna gerek görseydi onları mutlaka yazıyla tesbit ettireceği sözü de isabetli değildir. Hadislerin tedvîni ise daha I. (VII.) yüzyılda başlamış, II. (VIII.) yüzyılda hemen hemen kaydedilmedik hadis malzemesi bırakılmadığı gibi müsnedlerin yanı sıra konularına göre tasnif edilen muvatta’, câmi‘ ve sünen türü eserler meydana getirilmiştir.

2. Hadislerin büyük bir kısmı mâna ile rivayet edildiğinden onların Peygamber’e aidiyeti şüphelidir. Hadislerin Resûl-i Ekrem’in kullandığı lafızlarla değil aynı mânaya gelen ve az çok değişik olan lafızlarla rivayetinin câiz olup olmadığı veya buna ne ölçüde izin verileceği konusu âlimler tarafından ilk devirlerden itibaren tartışılmıştır. Kısa ve özlü hadislerin, veciz konuşmaktan hoşlanan Hz. Peygamber’in bu özelliğiyle bağdaştığı belâgat âlimlerince de kabul edilmekte, ibadet metinlerini oluşturan dua ve zikir hadislerinde mâna ile rivayete izin verilmediği bilinmektedir. Uzun hadislerin çeşitli rivayetleri bir araya getirilip karşılaştırılınca aralarında farklar bulunmakla beraber bunların abartılacak kadar fazla olmadığı, lafızları farklı bile olsa aynı mânanın isabetli bir şekilde ifade edildiği görülür. Sahâbe devrinden itibaren hadis âlimlerinin çoğunun, rivayet esnasında hadisin metninde “vav” ve “fâ” gibi atıf harflerinin bile değişmesine göz yummadığı, hatta Hz. Peygamber’in söylediği bir kelimenin yerine eş anlamlısının konulmasına bile izin vermediği, ilk üç nesilde birçok hadis râvisinin mâna ile rivayeti câiz görmediği bilinmektedir. Hadisin mâna ile rivayetinde sakınca görmeyenler ise bu şekilde rivayet edecek kimselerin sarf, nahiv ve lugat ilimlerini, lafızlar arasındaki anlam farkını iyi bilen, hadisi lahinsiz rivayet eden, lafızların delâlet ettiği mânayı ve maksadı anlayan râviler olmasını şart koşmuşlardır. Bazı âlimler mâna ile rivayeti, fesahat ve belâgattaki üstünlükleriyle tanınan ve Resûl-i Ekrem’in sözünü işitip yaptığını gören sahâbe neslinden başkasının yapamayacağını söylemişler ve lafzen rivayeti esas kabul ettikleri için bu yola sadece ihtiyaç duyulduğunda başvurulabileceğini söylemişlerdir. İmam Mâlik gibi âlimler, merfû olmayan metinlerin mâna ile rivayetine izin vermekle beraber Resûl-i Ekrem’in sözlerinde bunun mümkün olamayacağını belirtmişlerdir (Subhî es-Sâlih, s. 63-69). Resûlullah’tan duyup öğrendiklerini yine onun emri gereğince duymayanlara nakletmek için hadisleri kendi aralarında titizlikle müzakere eden ve kültürlerini ezbere nakletme konusunda geniş bir tecrübeye sahip olan ilk nesillerin gayreti, titizliği ve bu nakli dinî bir heyecanla yaptıkları göz ardı edilmemeli, ayrıca hadislerin tedvîninden sonra mânen rivayete izin verilmediği de unutulmamalıdır.

3. Hicrî I. yüzyılın ilk yarısından itibaren bazı itikadî ve siyasî fırkaların hadislerin yazılmamasını fırsat bilerek kendilerinin lehinde, muhaliflerinin aleyhinde uydurdukları sözler sahih hadis kitaplarına bile girmiş ve bunlar kitaplardan yeterince ayıklanmamıştır. Mensup olduğu grubu başarıya ulaştırmak, insanları dine yöneltmek veya zındıkların yaptığı gibi dinden soğutmak, şahsî çıkar elde etmek vb. amaçlarla hadis uyduranlar ve uydurdukları sözlerin müslümanlar tarafından benimsenmesini temin etmek için çeşitli yollara başvuranlar bulunduğu bir gerçektir. Esasen muhaddisler de hadis diye uydurulan sözlerin İslâm’a getireceği zararı önlemek için isnad sistemini icat etmişlerdir. Bu sistemle birlikte hadislerin bir hocadan alınıp rivayet edilme yöntemleri sağlam esaslara bağlandığı gibi hadis râvisini dürüstlük, güvenilirlik ve rivayet ehliyetine liyakat açılarından titiz bir şekilde değerlendiren cerh ve ta‘dîl prensipleri sayesinde zayıf ve uydurma haberlerin ayıklanması sağlanmıştır. Nitekim her devirde yetişen hadis münekkitleri bu prensipleri uygulamak suretiyle bir râvinin nerede ve ne zaman doğduğunu, nerelerde yaşadığını, hadis tahsiline ne zaman başladığını, kimlerle arkadaşlık yaptığını, hocalarını, talebelerini, hadisi kaynağından alıp rivayet etme usullerine ne ölçüde riayet ettiğini araştırmışlar; öte yandan onun davranışlarını, karakterini, inanç durumunu, akıl ve hâfıza sağlamlığını, dolayısıyla ne ölçüde güvenilir olduğunu ortaya koymuşlardır. Bir râviyi, kendisinden hadis almadan önce böylesine sıkı bir denetimden geçiren hadis münekkitleri bununla da yetinmeyerek onu yaşadığı sürece gözetleyip hâfızasını sık sık kontrol etmişler, zihnî gerileme gibi bir değişiklik tesbit ettikleri andan itibaren ondan hadis alınamayacağını ilgililere duyurmuşlardır. Buhârî ve Müslim’in el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’leri gibi sahih hadis kitaplarının en belirgin özelliği, ihtiva ettikleri hadislerin güvenilir râviler tarafından rivayet edilmesidir. Bunların içinde uydurma rivayetlerin bulunduğu iddiası ise bundan dolayı gerçek değildir. Hadisi Allah elçisinin sözü olarak bilen ve onu Peygamber’in tavsiyesine uyarak daha sonraki nesillere aynen aktarmayı ibadet kabul eden kimselerin icat ettiği isnad sistemiyle gelen rivayetlere güvenmeyenler böyle bir itina ile nakledilmeyen, medeniyetin ayrılmaz bir parçası sayılan tarih, kültür ve edebiyat rivayetlerine nasıl itimat edeceklerdir? Hz. Peygamber’in otoritesini kötüye kullanarak hadis uydurmaya kalkanların ortaya çıktığı günden itibaren muhaddislerin samimi olmayan hadis talebelerini tanımak ve tanıtmak için geliştirdikleri ricâl bilgisi ve edebiyatı ile rivayetleri anlamaya ve onlar arasında görülebilecek uyumsuzluğu gidermeye yönelik ilimler hadisler üzerinde titizlikle çalışıldığını göstermektedir.

4. Hadis kitaplarında Kitâb-ı Mukaddes’ten alınmış pek çok rivayet bulunmaktadır. Bazı hadislerin Kitâb-ı Mukaddes’teki bir kısım metinlere benzemesine bakarak bunların yahudi veya hıristiyan asıllı râviler tarafından hadis kitaplarına sokulduğunu ileri sürmek, eğer bir maksada dayanmıyorsa bir vehim veya bilgisizlik ürünüdür. Bazı Ehl-i kitap âlimlerinin, müslüman olduktan sonra herhangi bir art niyet taşımadan eski kültürleriyle ilgili birtakım rivayetlerden söz ettikleri ve İsrâiliyat denen bu haberlerin cahil insanlar tarafından dine sokulduğu bir gerçektir. Hadis âlimleri bunları belirleyip asılsız olanlarını tenkit etmek için büyük çaba harcamışlardır. Ehl-i kitap’tan intikal eden bilgilerin bir kısmı İslâmî nakillere uyduğu için doğru, bir kısmı gerçeklere ters düştüğü için yanlış, bir kısmı da doğruluğu veya yanlışlığı bilinmeyen haberlerdir (İbn Teymiyye, XIII, 366). Bu sebeple Resûl-i Ekrem, Kitâb-ı Mukaddes’teki mahiyeti bilinmeyen hususlar konusunda ashabına ihtiyatlı davranmayı tavsiye etmiş, bu nevi haberleri doğrulamayı veya yalanlamayı uygun görmemiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 2/11). Buna göre Ehl-i kitabın İslâmiyet’e uygun haberlerini nakletmekte bir sakınca bulunmadığı gibi bu rivayetler peygamberlerin aynı ilâhî kaynaktan beslendiği gerçeğini ortaya koyması bakımından da faydalıdır. Meseleye bu açıdan bakarak bütün semavî dinlerde bazı haber, hüküm ve ahlâk esaslarının birbirinin aynı olacağını kabul etmek yerine, Kitâb-ı Mukaddes’teki rivayetlere benzeyen bazı hadislerin ihtida etmiş olan sahâbî veya tâbiîler tarafından uydurulduğunu iddia etmek, yahut Ehl-i kitap asıllı tâbiî âlimi Kâ‘b el-Ahbâr gibi râvilerin çok hadis rivayet etmekle ünlü sahâbîleri etkileyerek İsrâiliyat’ı onlar vasıtasıyla hadislere karıştırdığını ileri sürmek bu sahâbîlere iftira olur.

5. Kur’an âyetleri tevâtür yoluyla geldiği için kesinlik ifade eder; fakat hadislerin tamamına yakını haber-i vâhid sayıldığı, yani Peygamber’e aidiyeti kesin olmadığı için zan ifade eder; din ise zan üzerine kurulamaz. İmam Şâfiî’nin belirttiğine göre II. (VIII.) yüzyılın sonuna doğru hadislerin, özellikle haber-i vâhidlerin zan ifade etmeleri sebebiyle hukukî bakımdan kaynak olamayacağını ileri süren kimseler görülmeye başlanmıştır (el-Üm, VII, 250, 254). Hadislere güvenmeyenlerin, gerekçe olarak onların Kur’an âyetleri gibi kesinlik ifade etmediğini söylemeleri doğru değildir. Zira sübût ile delâlet tamamen farklı şeylerdir. Sübûtunda şüphe edilmeyen Kur’ân-ı Kerîm’de de delâleti kati olmayan âyetler bulunduğu halde hiç kimse bu âyetlerden şüphe etmemiştir. Öte yandan iki kişinin şehâdetini yeterli gören Kur’an (el-Bakara 2/282; et-Talâk 65/2) tevâtür şartını aramadığı gibi, ne Resûl-i Ekrem ne de kendilerine sadece bir kişi vasıtasıyla mektup veya tâlimat gönderdiği krallar, müslüman kumandanlar veya kabile mensupları habercinin birden fazla olması gerektiğini düşünmüşlerdir. Zira haberi getiren kimsede aranan en önemli şart zabtının sağlam, şahsiyetinin güvenilir olmasıdır. Sahih sünnete zayıf ve mevzû haberlerin karışmaya başladığı tarihten itibaren İslâm âlimlerinin hadisleri koruma amacıyla ortaya koyup geliştirdikleri hadis ilimleri ve metotları, şâhidlik sırasında aranan şartlardan daha hassas ve sağlam ölçülerdir. Hiçbir haber Kur’ân-ı Kerîm gibi en güvenilir şekilde gelmemekle beraber Hz. Peygamber’in sözü olduğu bilinciyle titiz bir surette rivayet edilen haber-i vâhidlerin kesinlik ifade ettiği hususunda İslâm âlimlerinin çoğu, özellikle de muhaddisler görüş birliğine varmışlardır. Esasen bir haberin güvenilir sayılması için onun mütevâtir rivayette olduğu gibi büyük bir kalabalık tarafından nakledilmesi şartı ne diplomatik konularda ne ticarî meselelerde ne de günlük hayatın herhangi bir muamelesinde hiçbir zaman aranmamaktadır. Zira böyle bir şartın gerçekleşmesi nâdiren mümkün olacağı için haberi verenin güvenilirliği sözünün kabul edilmesi için yeterli görülmektedir. Dinin anlaşılıp yaşanmasında Kur’an’ın yeterli olduğunu ileri sürenler, eğer ibadetlerin vazgeçilmezliğini kabul ediyorlarsa, bu dinî merasimlerin Hz. Peygamber zamanındaki şekilleriyle ifa edilebilmesinin ancak hadis ve sünnet sayesinde mümkün olacağını göz ardı etmemeleri gerekir. Dinin anlaşılması hususunda hadislerin dikkate alınmamasının doğuracağı en büyük tehlike, şahsî görüşlerin ön plana çıkması ve bunun tabii sonucu olarak herkesin kendi anlayışını isabetli görmesi yüzünden dinde büyük bir kargaşanın yaşanmasıdır.

Bu gerekçelerin ve benzeri görüşlerin hadislere güvenilemeyeceğini ortaya koyduğu, Kur’an’da her şeyin bulunduğu, dolayısıyla dinin yaşanması hususunda Kur’an’ın yeterli olduğu ve hadise ihtiyaç bulunmadığı yönündeki görüşler ilk devirlerden beri ileri sürülmektedir. Nitekim sahâbî İmrân b. Husayn’ın hadislerden bahsettiği sırada orada bulunan birinin, “Bize Kur’an’dan söz et” demesi bu kanaatlerin eskiliğini ortaya koymaktadır. Ancak İmrân’ın hadisler olmadan namazın ve zekâtın ifa edilemeyeceğini söylemesi üzerine o şahsın itirazından vazgeçmesi (Hâkim, I, 109-110), ilk zamanlarda meseleleri sadece Kur’an’la çözmek isteyenlerin bu görüşü fikrî bir akım haline getirmeyen mutedil kimseler olduğunu göstermektedir. Esasen Kur’an’da her şeyin açıklandığını (en-Nahl 16/89), onda hiçbir şeyin eksik bırakılmadığını (el-En‘âm 6/38) belirten âyetlere dayanarak hadislere ihtiyaç bulunmadığını ileri sürmek doğru değildir. Zira Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in Allah’ın âyetlerini açıklamakla görevlendirildiğini ifade etmektedir (en-Nahl 16/44, 64). Onun açıklamaları ise ancak hadisle sabit olur. Ayrıca Peygamber’in emrettiğini yapıp yasakladığından uzak durmayı (el-Haşr 59/7) ve ona itaat etmeyi gerekli kılan âyetler, Resûl-i Ekrem’in hadis veya sünnetle tesbit edilebilen buyruklarına ve açıklamalarına uymayı zorunlu hale getirmektedir. Bundan dolayı, hüküm koyma yetkisinin sadece Allah’a ait olduğunu belirten bazı âyetleri öne sürerek ahkâm hadislerini kabul etmeyen kimselerin görüşleri de tutarlı değildir.

Günümüzdeki hadis muhaliflerinin bazan birbirlerine ters düştükleri de görülmektedir. Meselâ bir kısmı, muhaddislerin sadece sened tenkidi yapıp metin tenkidiyle meşgul olmadıklarını ileri sürerken bazıları hadislerin hem senedlerinin hem de metinlerinin tenkit edildiğini, bu sebeple tenkit edilen bir şeyin din sayılamayacağını belirtmektedir (Hâdim Hüseyin İlâhîbahş, s. 233-238). Hadislere karşı kesin şekilde tavır alan Hindistan’daki Ehl-i Kur’ân’ın (Kur’âniyyûn) bazı mensupları Kur’an’ın müslümanları birliğe çağırdığını, ancak rastgele insanların rivayetlerinden meydana gelen ve Hz. Peygamber’e itaati emreden hadis kitapları terkedilmedikçe birliğin ve ilerlemenin sağlanamayacağını ileri sürmektedirler. Bunlar ayrıca Kütüb-i Sitte gibi hadis kitaplarının çok büyütüldüğünü, esasen bu kitapların İslâm’a ve müslümanlara zarar vermek için Arap olmayanlar ve özellikle İranlılar tarafından meydana getirildiğini söylemekte bile sakınca görmezler (a.g.e., s. 238-242). Kur’an ile yetinmenin birliği sağlayacağını iddia edenlerin, namazın rek‘atları ve kılınış şekli bir yana günde kaç vakit kılınacağı konusunda bile fikir birliği edemedikleri, dolayısıyla kendilerini yalanladıkları görülmektedir.

Hadise karşı tavır alan İslâmî grupların sistemleşmemiş mahiyetteki görüşlerini benimseyen çağdaş bazı hadis muhalifleri, bu görüşlere yenilerini ekleyerek kanaatlerini sistemleştirmeye gayret etmişlerdir. İslâm dünyasında XX. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başlayan bu tavrın temelinde, Avrupalı araştırmacıların Kitâb-ı Mukaddes’e yönelttikleri, dinî metinleri insan ürünü gibi düşünerek eleştirme fikri (tarihî tenkit metodu) yatmaktadır. Bu metodu önce şarkiyatçılar, ardından da onlardan etkilenen müslüman araştırmacılar İslâm’ın dinî metinleri olan Kur’an ve hadislere uygulamak istemiş, hadisleri birer birer tenkit etmek yerine kurulacak bir sistem çerçevesinde onları daha kapsamlı bir şekilde değerlendirmeyi düşünmüşlerdir. Buna göre gramer kurallarına bağlı kalarak hadisleri anlamaya çalışmak veya onların Peygamber’e nisbetini araştırmak verimli bir yol olmadığından, hadislerden genel prensipler çıkarıp bu prensiplere göre toplumun ihtiyaçlarına çözümler getirmek daha isabetli bir yoldur. Bu tutum, muhaddislerin ve fakihlerin anladığı İslâm’ın yerine, bundan büyük ölçüde farklı ve modern dünyada yaşanan hayata daha yakın bir din olan onların zihnindeki Müslümanlığı koymakta, Kur’an ve hadisin hüküm vazetme yetkisine bakışları ise bu tavırlarını daha da netleştirmektedir. Buna göre Kur’an’daki hüküm âyetleri son derece azdır; bunlar da nâzil olduğu zaman ve mekânın dışında bir hukukî metin kabul edilmeyip dolaylı hukuk malzemesi niteliğinde görülmelidir. Resûl-i Ekrem, ortaya çıkan meselelere hukukî çözümler getiren bir peygamber değil daha ziyade ahlâkî bir ıslahatçı kabul edilmelidir (Fazlurrahman, Islamic Methodology in History, s. 10-11; a.mlf., IS, I/1, s. 10-11). Modern zihniyetli araştırmacılar müsteşrikler gibi, hadislerin büyük bir kısmının Hz. Peygamber’le ilgisi bulunmayıp ilk devir fukaha ve muhaddislerinin görüşü olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kur’an ve hadislerdeki hukukî çözümleri Peygamber devriyle sınırlayan bu zihniyetin sahipleri, âlimlerin kendi çağlarının ihtiyaçlarına göre kanun koyabileceklerini iddia etmişlerdir.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1997 yılında İstanbul’da basılan 15. cildinde, 27-64 numaralı sayfalarda yer almıştır.